28 Aralık 2014 Pazar

AŞK

Aşk da tıpkı Elif gibidir.
İsminde gizlidir, ama okunmaz.
O olmadan da besmele sese gelmez.
O her şeyin içindedir ama hiçbir şeyde görünmez.
Hz. Mevlana

Sırra eren ve manasını anlayabilen CANLAR Selâm olsun.


Posted via Blogaway

Sn.Ahmet TÜRK ün kaleminden

ÇÖZÜM SÜRECİ VE ALAN HÂKİMİYETİNDE VASIF DEĞİŞİMİ!
Ahmet Türk
28 Aralık 2014 Pazar 04:00

2015 seçimleri yaklaştıkça Çözüm Süreci’nde işler ve taraflar iyice kızışıyor! “Kamuoyu bize itibar etsin” yarışı tam gaz devam ediyor! Müzakere Süreci’nin taraflarından “eli silahlı dağ ve mobil şehir kadroları” ısrarla “PKK silahı bırakmayacaktır! Müzakere sürecine bu şartla devam ederseniz edin yoksa umurumuzda değil” mesajlarını vermeye devam ediyor. Üstüne üstlük da, Sırrı Süreyya’nın “Özerklik ve Öcalan’a af” konulu tüyolarını destekleyen içerikte beyanlarıyla örtüşen “Öcalan 2015’te aramızda” mesajları da, Çözüm Süreci’ni yürüten siyasi ve bürokratik kapasiteyi oldukça zor durumda bırakmaya devam ediyor! 

Müzakere masasının hükümet tarafı ise “Onun bunun ne dediğinin bir önemi yok. Bizim ne dediğimizin önemi var. Vatandaşlarımız hükümeti takip etsinler, meşru siyaset kurumunun ne dediğine baksınlar” diyerek ortalığı toparlamaya çalışıyorlar. “Madem siz ‘meşru’ siyaset kurumusunuz niçin silahını bırakmayacağını sürekli dillendiren ‘gayri meşru’ odaklarla masaya oturup müzakere süreci yürütüyorsunuz..? Terör örgütü kapalı kapılar ardında dillendirilenleri ve niyetleri kamuoyu ile paylaşınca mı ‘gayri meşru’ oluyor..? Hani silahı bırakma şartıyla süreç yöneteceğinize dair sözleriniz..? Hani kırmızı çizgileriniz..?” gibi sorular mevcut çelişkilerin farkında olan “vatandaşın” zihninde ve dilinde çokça yer etmeye başladı! 

İşin boyutunun sarpa sarıp “Analar Ağlaması”ndan öte bir noktaya gelmesi, Çözüm Süreci yöneticilerinde “Anksiyete Bozukluğu”na yol açmış durumda! Bunun içindir ki çelişkiye düşürecek durum tespitleri ve inandırıcı olmayan istikamet tayinlerinde bulunuyorlar! 

Bırakın Çözüm Süreci fitilinin ateşlendiği Aralık 2012 yılını, önceki açılım süreçlerinden beri dillendirdiğimiz lakin açılımcılar tarafından ikinci sınıf komplo teorisi diye nitelendirilen risk ve tehdit öngörülerimiz bir bir gerçekleşmeye devam ediyor. Pazarlıksız, şartsız ve tavizsiz bir şekilde barış içerisinde bir müzakere süreci yürütülüyor sözleri yerine artık; “Yerel yönetimlere maskesi altında özerklik” tartışmaları,  “Öcalan’a af” beklentileri, “sabredin, şu anda toplum bunlara hazır değil” sözleri gündemden düşmüyor! Bunlar işi politik yüzü… Terörün bitmesi için masabaşında müzakere edilen terör örgütünün Çözüm Süreci kapsamında nereden nereye geldiği ve bunların devlete ve hükümete racon kesecek cesareti nereden bulduğu sorusunun cevabı olan “saha/alan hâkimiyeti” mevzuu ise daha vahim:

1-  Gelinen aşamada PKK, sınır içindeki terörist kamp ölçeklerini değiştirmiş, büyütmüş, lojistiğini merkezileştirmiş, tahliyesi sağlanan KCK unsuruyla birlikte, il-ilçe merkezlerinin genel siyasi havasını, halk kitlelerinin mobilizasyonunu denetler hale gelmiştir.

2- Bırakın artık “gece silahlı gündüz külahlı” gizliliğini, PKK silahlı saha unsuru artık “mobil” hale gelmiş, Doğu ve G.Doğu bölgelerimizin birçok il-ilçe merkezlerinde, çoğu üstü açık araç parkuruyla “devriye atmaya” başlamışlardır! Kuzey Irak ve Kuzey Suriye gelişmeleri PKK’nın daha fazla araçlı hale gelmesinde ciddi katkı sağlamıştır.

3- Geçtiğimiz günlerde bazı internet basınına da yansıdı; PKK, hâkimiyetindeki kamp yerlerinin kritik erişim (müdahale) güzergâhlarında mayınlama yürütmeye başladı! PKK bu yolla, denetimindeki yerlerin “karadan müdahale” edilebilirliğini hem azaltmaya hem de güçleştirmeye çalışmalarına hız vermekte… 

4- Silahını bırakma şartına uymadığı halde PKK ile müzakerelere devam edilmesi, fiili olarak PKK’yı legalleştirmenin yanında, bölge halkını PKK’nın baskı ve insafına bütünüyle açık hale getirmiştir. Devlet, PKK terör örgütü ile sivil Kürt vatandaşlarının ayrımını yapabilecek yeteneklerini “iyice” yitirmiş duruma gelmiştir! Doğu ve Güneydoğu bölgelerimizde şehir ve varoşlarda bürokratik ve sosyal kontrol yitirilmiş, PKK’yı tasvip etmeyen ve sırtını devlete dayan Kürt kardeşlerimizin devlete olan güvenleri ise dibe vurmuştur


Posted via Blogaway

24 Aralık 2014 Çarşamba

Sn. Ahmet TÜRK kardeşimin kaleminden

CARL SCHMİTT’İN HAYALETİ ANKARA KORİDORLARINDA!

Ahmet Türk
24 Aralık 2014 Çarşamba 04:00

Yazan-çizen tâifenin insanların kanaatini değiştirme gibi bir misyonunun olmaması gerektiğini, en önemli amacının ise, hakikatin hatırını başka hatırlardan üstün tutup, “bilgi” ile “kamuoyu” arasındaki engellerin kaldırılmasına katkıda bulunması diye düşünüyorum. Gerçi ortalık “devlet sırrı” kılıfına sokulup bilgi edinme hakkının kapsamı dışında tutulan bilgilerden geçilmiyor ama mevzu ettiğim“bilgi”den kastımız “devlet sırrı” kapsamındakiler değil doğal olarak… Kastettiğim şeffaflıktır; aziz milletin lehinde ve aleyhinde gelişenlere vâkıf olması için azami gayret sarf edilmesi gerektiğidir! Bu sadece yönetilenin değil, yönetenin de yararına ve çıkarınadır.

Meramımı en güzel ve açık şekilde açıklayan Ak Parti Milletvekili ve Grup Başkan Vekili Prof. Dr. Naci Bostancı hocanın kelamı ile takviye edeyim: “Bir iktidar;  kendine epik bir söyle ve kutsal bir anlatım oluşturup kutsalla kendini tahkim ediyorsa, o kutsalın örtüsü altında her türlü çirkinliği yapabilir. Kitleler iktidar ilişkilerinin o karanlık, mahrem, bazen kutsallık atfedilen örtüsü altındaki alana ilişkin bilgi sahibi olmalıdır.”

Sürekli muhalif düzlemde yazıp siyasi iktidara “çakıyor” diyenlerin manevra alanını daraltacak bu zorunlu altyapı çalışmasından sonra yazımın asli konusuna gireyim:

Malumunuz; yıllardır darbecilerin meşruiyet gerekçesi olarak öne sürdükleri “TSK İç Hizmet Kanunu madde 35” değiştirilmiş ve silahlı kuvvetlerin vazifesi ile alakalı tanım“yurt dışından gelecek tehdit ve tehlikelere karşı” kalibre edilmişti! Yeni düzende “isabetli ve haklı” olarak askerin darbe meşruiyeti olarak sarıldığı muğlâk gerekçeler ortadan kaldırılmıştı. Lakin bu kez de “iç tehdit” karşısında silahlı kuvvetler devre dışı bırakılmıştı. Türkiye bunun bedelini, Çözüm Süreci’nin “sahte barış” atmosferine rağmen; PKK/KCK’nın, “Kamu Düzeni”ni ağır ihlalleriyle ve ülke bütününde yıldırma-sindirme şeklinde format kazanan kitlevi eylemlerini artırarak müzakere masasında pazarlık payını arttırmasıyla ödedi ve ödemeye devam ediyor!

Şu sıralarda benzer bir hataya düşülmek üzere! “Sessiz sedasız” bir şekilde, karmaşık hukuki ve teknik detayların içerisinde saklanarak yürütülen lakin muhalefetin MHP kanadının son anda uyandırılmasıyla “dillendirilen” bir gelişme var:  Olağanüstü Hal ilan etme yetkisinin Bakanlar Kurulu’ndan alınıp, İçişleri Bakanlığı’na devriyle alakalı niyetlerin hayata geçirilmesi çabaları..! 

Bu çabaların gerekçesini şunlara bağlıyorum: Başbakan Davutoğlu “6-11.Ekim Ayaklanma ve Yağmalama Eylemleri” sırasında polis-jandarmanın yetersizliği nedeniyle Çözüm Süreci zevale uğramasın diye devre dışı bırakılan Kara Kuvvetleri’ni sahaya sürmüş ve bölgedeki KCK etkinliğini devre dışı bırakmakta mühim bir katkı sağlamıştı.  Sadece bununla yetinmemiş, MİT-Öcalan Müzakere Süreci’nin ağır-aksak işleyişine şerh koymuş, kamu düzeni politik düzeltmesini tam olarak beceremese de devreye almaya çalışmış, ret potansiyellerini yeri geldiğinde kullanarak “iktidar üretmeye” çalışmıştı… 

Hülasa,gelinen aşamada; “Egemenlik” kavramıyla “olağanüstü hal” kavramı arasında yarattığı paralellikler üzerine temellendirdiği tezleri, çoğulculuğa ve parlamenter sisteme olan karşıt fikirleri ve hayli ses getiren dost-düşman denklemiyle siyasal düşünce ve hukuk tarihinin en tartışmalı figürlerinden biri olan Carl Schimitt’in (1888-1985) siyasi teolojisinin “tutkunları” ile “diğerleri” şeklinde siyasi iktidarın “karar alma” mekanizması ikiye bölünmüş durumdadır! 

Bu ikiye bölünmüşlük, “kamu güvenliğini” ve  “egemenlik haklarımızı” riske atacak yer değiştirmelere yol açmakta ve asli sorumlulukları gevşetmektedir! 

Eğer Doğu ve G. Doğu’da kısmi olağanüstü hal ilanı yetkisi Bakanlar Kurulu’ndan İçişleri Bakanı’na devredilirse ve düşünülen düzenlemeler kanunlaşırsa, çok ağır olumsuz sonuçlar doğacaktır


Posted via Blogaway

20 Aralık 2014 Cumartesi

AŞK

ALLAH'ım kimsenin gönlünden cümül cihanın yaratılmasına vesile olan AŞK hissini almasın.
Yokluğu ya Nar-ı cehennem,ya zemher-ül ayazda olsa özünde ruhun feryadıdır.
O yüzdendir dervişlerin HU diye destur ile girdiği mecliste AŞK OLSUN diye merhabalaşması.
Hz.Peygamberin dini tebliğidir AŞK.
Hz. Ali'de muhabbetin ve cesaretin adı AŞK,
Kerbela'da Hz.Huseyin'in duruşudur AŞK
Yunus'ta dillenip bezenen her söz AŞK,
Haci Bektaş-ı Veli'de merhamete bürünen AŞK.
Mevlana'ca söylenip Mesnevi'de dillenen AŞK,
Atatürk'ün kuruluş mücadelesinde dehasidir AŞK,
çanakkale, dumlupınar,sarikamista şahadettir AŞK,
Gönderlerdeki şanlı bayrağımdır AŞK,
Minarelerdeki ilahi davet ezandır AŞK,

AŞK OLSUN canlar.


Posted via Blogaway

17 Aralık 2014 Çarşamba

NEREDE?

                    NEREDE

Niçin bu hallere düştüm niçin ben,
Bir koca çınardım,özüm nerede?
Öğle bir mukaddes dava için ben,
Yanıp kul olmuşum,közüm nerede?

Ceddim denizlerde kükrer coşardı,
Yiğit gölgesinde yiğit yaşardı.
Başlar edilirdi,taçlar düşerdi,
Bir gücümüz vardı bizim,nerede?

Bir hançer dayanmış yurdun bağrına,
Haykırsan  da cevap gelmez çağrına,
Bu devlet-i ebed,müddet uğruna,
Ezelden verilmiş sözüm nerede?

Savaşta kartalım,sulhta meleğim,
Çevrilmedi Hak'tan hiçbir dileğim,
Bukulmezdi benim tunçtan bileğim,
Şimşekle yarışan hızım nerede?

Alev alev kır atının yelesi,
Zabt olunmaz asla iman kalesi,
Birgün biter elbet Türk'ün çilesi,
Zafer türkülerim,sazın nerede?

Törende kutsaldır silahın atım,
Sürmüş asırlarca tüm saltanatım.
Ülkem yasta,ondan asık suratım,
O gülünce gülen yüzüm nerede?

Varsın olmasın ne rütbem,ne tuğum,
Hep vatan içindir böyle coştuğum,
Nerede benim o cihangir çocuğum,
Nerede Fatih'im,Oğuz'um nerede?

Gün olurda bir gün gelir Oğuz'um,
Öç gününü elbet bilir Oğuz'um,
Canım feda yurda,olursa lüzum,
Sefer için oğlum-kızım nerede?

Mal değil vatandır canın yongası,
Çek kından kılıcı, açılsın pası,
Bitsin artık bitsin kardeş kavgası,
Nerede ahlâk,iman çözüm nerede?
Bir koca çınardım,özüm nerede?

                              Abdullah Satoğlu


Posted via Blogaway

24 Kasım 2014 Pazartesi

25 kare ve subniminal mesajlar konulu konferansımdan

Dün,bugün ve ∞ daima.
Bilimin ve teknolojinin ışığından faydalanamayan birey ve toplumlar,kendilerini cehaletin karanlık ve kör kuyularında bulmaya mahkumdurlar.® Fatih ÇALTI


Posted via Blogaway

9 Kasım 2014 Pazar

KUYRUKCU SOL

Sözcü gazetesi yazarı Soner Yalçın bugünkü yazısında Kuyrukçu Sol başlığı altında Uludağ Üniversitesi ile Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesinde yaşanan PKK ile kuyrukçularının TGB stantlarına yaptıkları saldırılara değindi. Yapılan saldırıda Ankara Üniversitesi DTCF'de Nâzım Hikmet,  Âşık Veysel, Attila İlhan ile Cemâl Süreya'nın afişlerinin yırtıldığını belirten Yalçın, saldırganların siyasî kimliklerini kayberek PKK kuyrukçusu olduklarını ifade etti.
İşte o yazı:

John Atkinson Hobson (1858-1940) bir İngiliz gazete patronunun oğluydu. Ekonomistti, sosyal bilimciydi.
K. Marks‘ın nasıl zengin yoldaşı F.Engels varsa, onun da iktisat bilimini geliştirecek ünlü işadamı ve dağcı Albert F. Mummery adlı dostu vardı! “Yoksulluk” (1891), “Modern Kapitalizm” (1894), “Evrim ve İşssizler” (1896) “Sosyal Reformer” (1898) adlı kitapları yazdı.
İngilizler’in Güney Afrika’yı işgal eden İkinci Boer Savaşı‘nı, Manchester Guardian adına muhabir olarak takip etti. Ve Hudson bu savaşta “emperyalizm” kavramı tanımını yaptı. Tartışmasız başyapıtı “Emperyalizm” (1902) kitabında; emperyalizmi, yeni pazarlar arayan “modern kapitalizmin” zorunlu sonucu olarak tanımlayarak Lenin, Troçki, Luxemburg gibi sosyalistleri etkiledi.
Emperyalizm; yayılmacılık demekti.
Bu; bir ülkenin topraklarını geliştirmesiyle de olurdu; bir ülkenin başka ülkenin kaynaklarından yararlanmasıyla da olurdu.
Peki bu nasıl gerçekleştirilirdi? Silahla! Ya da…
“Bayram değil seyran değil eniştem beni niye öptü” deyimini haklı çıkacak, “öpücükle”!
Bu öpücük; “medeniyet”, “demokrasi”, “özgürlük”, “insan hakları”, “barış” sözleriyle fiiliyata geçirilirdi ki, öpülen sadece öpüldüğünü sansın! Örneğin…
ABD‘nin, Ayn El Arap (Kobane) bölgesindeki PKK‘nın yan örgütü PYD‘ye havadan silah ve mühimmat yardımında bulunması üzerine örgüt yöneticisi Enver Müslim, “aldığımız malzemeler yerine sağlam bir şekilde ulaştı. Bize bu yardımı yapanlara teşekkür ediyoruz” dedi.
Odatv‘nin bu haberle ilgili başlığı ironikti: “Bu emperyalizm bir harika dostum..!”
Ne ebola ne mers; günümüzde en öldürücü hastalık emperyalizmdir.
Bulaşıcıdır; ve evet öpmeyle geçer…

93 Manifestosu

Kim ki…
“Ulus -devlet bitmiştir” veya “emperyalizm çağı artık geride kalmıştır” lafını ederse hemen oradan uzaklaşın; bilin ki bu sözleri eden kişi öpülmüştür.
Siz ki…
“Aydınlanma, bağımsızlık, laiklik” derseniz ve birileri burunlarını kıvırıyorsa, bilin ki öpülmüştür.
Hep söylerim…
Özellikle Nobel Ödülü almış kişilerden uzak durunuz; hastalığın yayılma merkezlerinden biri burasıdır.
Birinci Dünya Savaşı hemen öncesinde 28 Temmuz 1914’te yayınlanan ünlü “93 Manifestosu”nu bilir misiniz? 93 Alman sanatçı-yazar-bilim insanı, Almanya’nın neden Belçika’ya savaş açması gerektiğini imzaladıkları bildiriyle dünyaya duyurdu; Goethe’nin, Kant’ın, Beethoven’ın medeniyetini götüreceklerdi!
Bu aydınlar arasında Nobel Ödülü almış şu isimler vardı: Fizikçi Röntgen, Kimyacı Fischer, Kimyager Baeyer, Fizikçi Lenard, Filozof-Edebiyatçı Eucken, Kimyager Ostwald, Fizikçi Wien, Yazar Hauptmann, Kimyager Haber, Fizikçi Nernst…
Sonuç?
Eğer mücadele edilmezse, emperyalizmin öpücük aldatmacasıyla gittiği coğrafyaya kıran girer. Birinci Dünya Savaşı öncesi Avrupalı solcular bunu bilmiyordu; ve tarihin en büyük bölünmesini yaşadılar…
Sosyalist partiler parlamentolarında savaşa “evet” dediler; (Avusturya’dan Adler, Almanya’dan Ebert, Rusya’dan Plekhanov) hükümetleriyle işbirliği yaptılar; (Fransa’dan Vaillant, Belçika’dan Vandelvelde, İngiltere’den Henderson) savaş kabinelerinde yer aldılar.
İşçi sınıfı birbiriyle savaşacaktı! “Enternasyonal ütopya” yerle bir oldu.
Savaşa sadece dört parti karşı çıktı: Rusya’dan Menşevik ve
Bolşevikler, İngiltere’den İşçi Partisi ve Sırbistan’dan Sosyal Demokrat Parti. Bunlara göre, “100 kölesi olan bir köle sahibi, kölelerin daha ‘adil’ dağılımı için, 200 kölesi olan bir köle sahibine karşı savaşa girişiyordu!”
Bolşeviklerin lideri Lenin, bu eğilimi sosyal-şovenizm olarak adlandırdı:
Teoride sosyalizm- Pratikte şovenizm.
Emperyalizm gökten zembille inmiyordu!
Tüm bunları niye yazdım..?

Kuyrukçu Sol

Önceki gün…
Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde kavga çıktı.
Türkiye Gençlik Birliği’nin açtığı standa saldırıldı ve Nazım Hikmet, Aşık Veysel, Attila İlhan ve Cemal Süreya afişleri yırtıldı.
İddiaya göre saldıranlar; “Yurtsever Devrimci Gençlik Örgütü” ve “Öğrenci Kollektifleri” idi. Aynı saldırı dün Uludağ Üniversitesi‘nde de gerçekleşti.
Neler olduğu belli; emperyalizm Türkiye solunu bölüyor.
Evet, saflaşmanın mihenk noktası, emperyalizm…
Bölgede haritalar yeniden çizilirken; ne yazık ki, Türkiye solu “kafasız” mücadeleye devam ediyor.
Anlamamaya dayalı bir süreç yaşıyoruz. Çünkü, bu ülke aydınının teorik dünyası sığ! Bu nedenle, hayatı yenilgilerle geçen romantik solcumuzun “çocukluk hastalığı” devam ediyor:
Kafasındaki şablona uymayan gerçekleri görmek istemiyor.
Acı ama, düşünme yetisini kaybetti.
Acı ama, siyasi zekasını kaybetti.
Acı ama, mücadele ruhunu yitirdi.
Bu nedenle kuyrukçu oldu!
Kuyrukçu kendine güveni olmayandır. Yani…
Türkiye’nin yaşadıkları hakkında açık-anlaşılır tavrı olmayanlar; kendilerinin bir güç olamadığını kabul ederek, kitle tabanı olan siyasi güçlerden birisine (örneğin PKK’ya) eklemlenmeyi tercih ediyor.
İtibariyle siyasi kimliklerini kaybediyorlar.
Bu nedenle; dünün “yetmez ama evet”çileri bugün “Kobane” dışında söz dinlemek istemiyor! Hep aynı kişiler olması tesadüf olabilir mi? Ki bunlar…
Yani bu kuyrukçular; ideolojiyi-siyaseti yorumlama hakkını bağnazca kendi tekeline almak istiyor; “düşünce tiranlığı” kurmak istiyor.
Yorulmadılar da… (AKP desteği örneğinde olduğu gibi) yenilgi kaçınılmaz olunca; hayatları, yaşadıklarına sorumlu bulmakla geçiyor.
Oysa…
Her maddi durum/her olgu bilinç yaratır.
Dün bugünün anahtarıdır. Duygularınla değil, kafanla düşünürsen safını rahatça seçebilirsin:
Öpülmek istiyor musun, istemiyor musun?
Kiminle yatağa girdiğin önemli…


Posted via Blogaway

29 Ekim 2014 Çarşamba

Şehitlerine ağlayamayan ülke

Adnan İSLAMOĞULLARI kaleminden.

On yıllardır PKK terörüyle mücâdele eden bir ülkeydi Türkiye. Kundaktaki bebeğinden, vakit namazı için câmiye sayılı kalmış adımlarını atan ihtiyarına, hayatının baharında öğretmen olmuş genç kızlarımızdan belki bıyığı yeni terlemiş imamlarımıza, mühendislerimizden bürokratlarımıza, polislerimizden Mehmetçiklerimize kadar, halk otobüsünde yanarak can veren genç kızımızdan caddede kucağında bebeğiyle yürüyen anneye kadar, hamile kadınlarından tek çocukla anne-babalara, yeni evlenmiş delikanlılara kadar PKK terörüne binlerce şehit veren bir ülkeydi Türkiye.
Her şehit cenâzesinde “bir ölür bin diriliriz”  diyebilen,  “bir oğlum daha var, onu da alın, vatan sağ olsun”  diyen bir ülkeydi Türkiye.
Şehit cenâzelerinde birbirinin etnik kökenini bilmeksizin aynı safta el bağlayan, aynı Fâtiha’yı okuyan, musallâdaki şehide haklarını  “helâl eden”  bir ülkeydi Türkiye.
“Onlara ölüler demeyiniz, onlar şehittirler”  emrince amel eden ve albayrağa sarılarak, annesine, babasına, kardeşlerine, eşine, evlâdına, arkadaşlarına son kez gelen ve son yolculuğuna çıkan o muazzez naaşa yalnızca ve yalnızca  “şehit”  diyen bir ülkeydi Türkiye.
Topyekûn bir acının, topyekûn bir hüznün, topyekûn bir yasın, topyekûn gözyaşlarının şehitlere aktığı bir ülkeydi Türkiye.
Ne oldu bu ülkeye, ne oldu Türkiye’ye?
Ne oldu da, şehitlerine bile ağlayamaz, şehitlerine  “şehit”  diyemez ve  “maskeli”  gibi,  “Vandal”  gibi sıfatlarla söz ederek kâtillerinin adını dahi telâffuz edemez ve kâtillerini gizler bir ülke oldu bu Türkiye?
Ne oldu da, şehitlerin ardından ağlamak, şehitlerin ardından yas tutmak, onların ardından binler, on binler, yüz binler bir araya gelerek şehitleri uğurlamak,  “kandan beslenmek”  oldu?
Ne oldu da, PKK’ya “lânet” okumak, PKK’ya  “kâtil”  demek, şehitlerin kâtillerinin  “PKK’lı kâtiller”  olduğunu söylemek “savaş yanlısı” olmak oldu, “barış düşmanı”  olmak oldu, PKK’ya yönelen nefret nasıl oldu da “barışa sıkılan kurşun”  oldu?
Ne oldu da, bu ülkede Türk olmak bir özürlü durum hâline geldi?
Ne oldu da, bu ülkede Türk’ü yok saymak, Türk’ü hor görmek, Türk’e hakaret edebilmek vak’ayı âdiyeden olabildi, ne oldu da bu ülke şirâzesinden bu denli uzaklaştı?
Ne oldu da, İmralı’daki câniyi, PKK’yı ve onun HDP gibi, KCK gibi uzantılarını binlerce yıllık devlet geleneği olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti muhatap aldı ve asla kazanamayacakları bir terörün muhatapları olarak pazarlık masalarına oturdu?
Ne oldu bu ülkeye, ne oldu Türkiye’ye?
Bir tek şey oldu!
Türkiye Cumhuriyeti ile, Türk ile, Türk’e dâir her şey ile aralarında ciddi mesâfeler bulunan, İstiklâl Mahkemeleri’nden 28 Şubat’a kadar mâruz kaldıkları her mağdûriyetin faturasını ’devlet’e kesen ve Türkiye Cumhuriyeti’ne dâir biriktirdikleri tüm hesaplarını görme imkânını eline geçiren bir siyâsî kadro iktidar oldu.
Yakın uzak, tüm coğrafyaya bütün imkân ve alâkasını yoğunlaştıran bu iktidar, içeriye ve içeriye dâir her şeye yabancılaştı. Suriye için, Mısır için, Myanmar için ayağa kaldırılan devlet ve kurumları Kerkük için, Doğu Türkistan için, Karabağ için kılını kıpırdatmadı, Suriye için, Mısır için, Myanmar için hıçkırıklarla ağlayan devlet ve ricâli, Kerkük için, Doğu Türkistan için, Karabağ için bırakın gözyaşını, bir hüzün bile takınmadı çehrelerine.
12 yıldır vites büyüterek devam eden bu sürecin bugün geldiği noktada bir ’büyük akıl tutulması’nın ardından yaşanan bir ’büyük gönül tutulması’dır.   
Her şeye rağmen, sahaya sürülen bütün algı savaşlarına rağmen, üretilen bütün hayâlî düşmanlara rağmen unutulmaması gereken bir şey var:
On binlerce insanımızın kâtili PKK’dır, KCK’dır ve onların elebaşı Apo’dur.
’Barış süreci’ adı altında yapılan tüm pazarlıklar bu ülkenin ekmeğine kan doğramaktır.
Aziz Türk Milleti,
Şehit cenâzelerine ihtirâm ediniz, on binler, yüz binler, milyonlar uğurlayınız. PKK terörüne lânetler okuyunuz. PKK’lı kâtillere lânetler okuyunuz.
Biliniz ki size ’barış süreci’ diye dayatılan her şey, bu ülkenin temeline döşenmiş mayınlardır. Barış, savaştan sonra düşmanla yapılır. Öncelikle Kürtler bizim düşmanımız değildir ve bugün sokakta silahsız askerlerimize sinsice yanaşıp kurşun sıkan PKK ile Türkiye Cumhuriyeti devleti henüz daha savaşmış değildir. Karanlıkta mayın döşemeye alışmış, karanlıkta kurşun sıkmaya alışmış bir hainlik savaşmayı bilmez.
Ancak milletler ve devletler savaşır.
PKK ve benzerlerinin sonu telef olmaktır...


Posted via Blogaway

22 Ekim 2014 Çarşamba

GÖNÜLDEN SIZANLAR

...
Bazen dünyanın en korkunç suçunu işlemişsiniz hissine kapılırsınız. Oysaki sadece sevmişsinizdir.
Kocaman ve riyasiz.{®}
...
Kaldıramayacak yüreği ederinden fazla seversen sapıtır yoldan çıkar.
Hatta onda alerji yapar,şirazesi kayar.
Tıpkı soytarıya verilen fazla değerin onu kral etmeyeceği gibi basit bir insanı da canan etmez cana. Ve yolculuk zordur mutluluk yolunda. Dikkat etmeli basit insan yoldaş olmaz zor yolda insana.{®}
...
Gözünüzden ve gönlünüzden düşen her ne kadar ayaklar altına düşse de,latif ve onurlu bir saadeti birilerine meze olmak uğruna reddetmiş olsada,hatta bu şahsiyetler kitlelerce ismi,namı bilinen güya saygın birisi olsa dahi burulur yüreğiniz.{®}
...
O sizin en samimi duygularınızın celladıdır ama.... alması var işte.
Sonra üzülen siz olursunuz ki bir münacat iletilir gönülden Yaratan'a.
Hayırlısı....
Oysaki bu kelimenin telaffuzu tüm hayallerinin infaz emridir aslında.{®}
...
Yanlızsanız aramıza hoş geldiniz. Değilseniz doz ayarınıza dikkat ediniz. Yoksa üzülmek kaçınılmaz sonunuz ne yazık ki.Anlarsınız sizde sevdanın iki kişinin yaktığı lakin bir kişinin yandığı bir ateş olduğunu.
Ve sizde hesabı ötelerin ötesine bırakıp alırsınız elinize koca kara kilidi. Vurulmak üzere gönül kapısının üzerine. {®}
...
(Fatih ÇALTI ~ Gönülden sızanlar'dan kupreler)
OTAĞ-I FATİH'te


Posted via Blogaway

ÜLKÜCÜLÜK

ÜLKÜCÜLÜK

Replies: 0
By: Fatih ÇALTI

Özellikle bir kısım genç kuşak eziyetsiz,cefasız bir ortamda ocak kültüründen uzak  kulaktan dolma ve sadece ego tatmini ve etiket amaçlı bir ülkücülük profili oluşturdu.
Saygıdan yoksun,adaptan ari oluşun esas temelinde de bu yoz ve tanımsız sözde ülkücülük yatmaktadır. Bunların ne ülkü ile nede ülkücülük ile hiç bir alakaları bulunmamaktadır.
Ülkücülük ne bir partinin mensubu olmakla,ne bir gurubun üyesi olmakla nede bir düşüncenin taraftarı olmakla ilişkili bir konudur.
Ülkücü idealisttir.
Ülkücü inançlıdır.
Ülkücü vatanseverdir.
Ülkücü milli ve manevi değerleri yaşar ve yaşatır.
Ülkücü şu yada bu etnik gurup veya mezhep ile değil doğrudan insanlık ile ve öz değerler ile alakalıdır.
Ülkücülük hiç bir kişi,kurum yahut oluşumun tekelinde değildir. Coğrafyamızda ülkücüler bir partinin çatısı altına sığmayacak kadar da çoktur elhamdülillah.
Türk tarihini bilmeden,İslami kaidelerden bihaber,inancı yaşamaktan uzak,sevgi ve saygıdan fukara kalmış ama adını sorsanız ülkücü diyecek. Öğle bir dünya yok be muhterem senden bırak ülkücüyü türkücü dahi olmaz.
Ülkücü tavrı ile, edasıyla, duruşuyla, özüyle, sözüyle toplumda emsal olacak bir karakter taşımalıdır.
Her karışı ecdat kanı ile sulanmış bu cennet vatanıma sevdalı olmak öğle kolay değil.
"Vatan sevgisi imandandır" buyurarak bence en büyük milliyetçi olan Güllerin Efendisi Hz. Peygambere ümmet olmak kolay değil.
"Yurtta sulh,cihanda sulh" derken milli varlığımıza kasteden düşmana karşı ise"Ben size savaşmayı değil ölmeyi emrediyorum" diyen Mustafa Kemal Atatürk ve onun emrini "Esaret altında yaşamaktansa bağımsızlık uğruna şahadet yolcusu olmak ve bu uğurda can vermek evladır" diyerek gözünü kırpmadan düşman üstüne yürüyen bir ecdada torun olmak kolay değil.
"Devlet ebed,müddet" diyerek korkusuzca dar ağacına yürüyen gencecik canlara kardeş olmak kolay değil.
Bu profile uygun bir kimse zaten milli birlik ve beraberlik olgunluğuna erişmiştir. İşte bu erdemin adıdır Ülkücülük.
Yani ayrışma değil birleşmedir ülkücülük.
Ben egosundan kurtulup biz olmaktır.
Bir olmak,iri olmak,diri olmaktır ülkücülük.
Ahlakını ve erdemlerini akademik kariyeri ile taçlandırmaktır ülkücülük.
TÜRKLÜK çatısı altında ihanet etmemiş olmak kaydıyla değişik boy,grup,din, mezhep,dil ve ırktan her fertle beşeri ilişkileri İnsani çerçevede tutmayı bilmektir ülkücülük.
Ülkenin ve toplumun hep birlikte kalkınması adına projeler üretip bunları hayata geçirmektir ülkücülük.
Adı, sekli ve nevii ne olursa olsun her türlü uyuşturucuya savaş açmaktır ülkücülük.
Velhasıl adam gibi adam olmaktır ülkücülük.
Ülkücülüğü gereğiyle yaşayan ülkü gönüllere ve kıymetli canlara gönül dolusu selam olsun.
Fatih ÇALTI

Posted via Blogaway


Posted via Blogaway

28 Eylül 2014 Pazar

YAHUDİLER NİÇİN İNSAN OLAMAZLAR?

Değiştirilmiş TEVRAT’ın Yahudiler’e Emrettiği İBADET


YAHUDİLER NİÇİN İNSAN OLAMAZLAR? 

Değiştirilmiş Tevrat’ın içerdiği emirler, bildiğimiz dini kitaplardaki telkinlerden çok farklıdır. Asıl dinin emirleri adalet, sevgi, iyilik ve hoşgörü iken, Tevrat, pek çok sapıklığın övüldüğü ve emredildiği bir vahşet kaynağıdır.

Ensest (aile içi cinsel ilişki), tecavüz, insan katliamı, işkence, üstün ırk inancı gibi pek çok sapkın görüş ve emirler Tevrat’ın içeriğini oluşturmaktadır.

Bu, kuşkusuz, orijinal Tevrat’ın içinde olmayan fakat sonradan eklenmiş bölümlerden kaynaklanmaktadır. 38 bölümlük Tevrat’ın daha 5. bölümünde Hz. Musa’nın ölümünün anlatılması, bu kitabın büyük bir kısmının vahiy değil, insan yazması olduğunu göstermektedir.

Hz. Musa’nın 5 kitabı arasında bile çelişkiler bulunması bu bölümlerin orjinal metinlerinden farklı olduğunu ortaya koymaktadır.
Tevrat’ın büyük bölümünü yazanlar, Yahudi toplumunu bugün olduğu gibi Hz. Musa’dan sonraki dönemlerde de yönetmekte olan Kabbalist hahamlardır. Yahudilerin üstün ırk oldukları ve onlara ait olan dünyanın, diğer milletler tarafından gasp edildiği inançlarının temelini Kabbala oluşturmaktadır.
Hahamların, Kabbala’nın içerdiği bu sapkın inanışlara olan bağlılığı, Tevrat’ı da bu görüşler doğrultusunda bozmalarına yol açmıştır.
İşte bu tahrifat, vahşeti Yahudi dininin bir gereği haline getirmiştir. Hahamlar, fanatik ve sadist görüşlerinin tümünü Tevrat’a ustaca yerleştirmişlerdir. Bu sayede Yahudi dininin emirleri asırlardır süren bir kin, nefret ve akıl almayacak katliamları içermektedir:
“İşte benden, ve miras olarak sana milletleri, mülkün olarak yeryüzünün uçlarını da vereceğim. Onları demir çomakla kıracaksın; bir çömlekçi kabı gibi onları parçalayacaksın.” (TEVRAT, Mezmurlar Bölümü 2/8-9)
Bu ve benzeri yüzlerce ayet nedeniyle, Yahudiler için hahamlarca emredilen vahşeti uygulamak, bir ibadet(!) sayılmaktadır.
“Vurun; gözünüz esirgemesin ve acımayın; ihtiyarı, genci ve ere varmamış kızı ve çocuklarla kadınları helak için vurun.” (TEVRAT, Hezekiel 9/5-6)
Hahamlar bu emirlerin uygulanmasını sağlama almayı da ihmal etmemişlerdir. Rabbin lanetiyle tehdit edilmektedir:
“Rabbin işini gevşeklikle yapan lanetli olsun ve kılıcını kandan alıkoyan lanetli olsun.” (TEVRAT, Yeremya Bölümü 48/10)
Bugün İsrail’in işgal ettiği yerlerde uyguladığı vahşet, asırlar önce uydurulan bu sapık dini emirlerin yerine getirilmesinden başka bir şey değildir. İsrail anayasası Tevrat’tır. Hahamlar, Yahudi toplumu üzerinde asırlardır süren kontrollerini İsrail’de de sürdürmektedirler. Parlementoda, hahamlardan fetva alınmadan hiç bir kanun yürürlüğe girmez. İşte İsrail’in kutsal terör ve vahşetinin ardındaki gerçek budur.
Hahamların, fanatik ve sadist düşüncelerinden meydana gelmiş, ırkçılığa, kine ve vahşete dayalı bu köhne dinin gerçeklerini insanlara ve insanlığa acilen sunmak gerekir. Yahudilere de tavsiye olarak; kendilerine din olarak öğretilmiş olan bu sapkın, akıl ve insanlık dışı ideolojiyi, ırkçılık tutuculuğuyla değil, akıl ve vicdanla değerlendirmeleridir. O zaman gerçeği onlar da göreceklerdir.
Aksi takdirde, ateşe verdikleri dünyayı, çok yakında cehenneme çevireceklerdir...

YAKMA
Tevrat’ın “acıklı ölümlerle ölecekler” (Yeremya 16/4) ifadesinde anlattığı işkencelerden birisi de insanları yakarak öldürmektir. Tarihte Yahudiler fırsat bulduklarında bu korkunç yöntemi uygulamışlar ve Filistin’li müslümanlara karşı uygulamaya devam etmektedirler. İsrail askerleri, ve bazen de İsrail’li siviller, savunmasız Filistinlileri defalarca benzin dökerek, alev makinalarıyla ya da fırınlarda diri diri yakarak öldürmüşlerdir.
Atom bombasını yapan 32 bilim adamının tamamı ve bu bombaların Japon şehirlerine atılmasına karar veren ABD başkanı Solomon Truman Yahudidir.
Napalm bombası icadının baş ismi Louis Frederick Fieser de bir Yahudidir. Bu bomba da atom bombası gibi aynı dönemde icat edilmiş ve 2. Dünya Savaşında denenmiştir. Ve bu bomba sadece Japonya’da 260.000 ölü, 412.000 yaralıya sebep olmuş, ayrıca 2.2 milyon evi de yakarak yok etmiştir.
TEVRAT: “Onları ateş yakacak. Alevlerin elinden canlarını kurtaramayacaklardır.” (İşaya, 47/14)
“Senin hasımlarını ateş yiyip bitirecek (İşaya 26/21)
“Ve kavimler kirecin yanması gibi, kesilip ateşle yakılan dikenler gibi olacaklar.” (İşaya, 33/12)
“Hepsini Rab onunla vuracak ayakları üzerinde dururken etleri eriyecek ve gözleri çukurları içinde eriyecek ve ağızlarında dilleri eriyecek.” (Zekerya, 14/12)
“”Elin bütün düşmanlarını bulacaktır. Senin gazap zamanında onları yanan fırın gibi edeceksin. Rab hiddetinden onları yutacak ve ateş onları yiyip bitirecektir.” (Mezmurlar, 21/9)

KAN İÇME
Bu sapık adet asırlardır bir kısım fanatik Yahudiler tarafından uygulanmaktadır. Bazı bağnaz Yahudi kolları, Tevrat’ın insan kanı içme ve insan boğazlama konusundaki emirleri doğrultusunda sayısız insanı kanlarını almak için öldürmüşlerdir.
“Et yiyin ve kan için. Yiğitlerin etini yiyeceksiniz ve dünya beylerinin kanını içeceksiniz. Sarhoş oluncaya kadar kan içeceksiniz.” (Hezekiel Bölümü 39/18-20)
“Onları kasaplık koyunlar gibi ayır ve öldürme günü için onları hazırla.” (Yeremya Bölümü, 12/3)
“Çünkü o gün orduların Rabbi Yehova’nın günüdür. Hasımlarından öç alsın diye öç günüdür. Ve kana kana onların kanını içecek.” (Yeremya Bölümü, 46/10)
Yahudilerin, kanını almak için kaçırdıkları kurbanların çoğu çocuklardır. Bu çocuk kanının hahamlarca daha makbul sayılmasından kaynaklanmaktadır.
Yahudilerin, kanlarını almak için Yahudi olmayan pek çok insanı, özellikle çocukları, öldürüp kanlarını çektiklerine dair tarihte, özellikle Avrupa’da, sayısız soruşturmalar, mahkemeler olmuştur. Yahudi ansiklopedisi The Universal Jewish Encyclopedia bu konuda tarihte olmuş 150 kadar mahkeme anlatmaktadır. Bazı mahkemelerde Yahudiler bu korkunç gerçeği itiraf etmişler, çocukları nasıl kaçırdıklarını, kanlarını nasıl aldıklarını detaylarıyla anlatmışlardır.
Yahudi ritüellerinde, insan kanının kullanımı birkaç değişik şekildedir. Birincisi, hahamların büyü ayinleri için kan kullanmalarıdır. Yahudilerin, Tevrat’tan önce de var olan kitapları Kabbala büyünün ve şeytani güçlerle ilişkinin yöntemlerini anlatır: “Pratikte Kabbala kötülüklerle ilgilenmenin yolu ve semboller yoluyla psikolojik dünya üzerinde güç kazanmanın tehlikeli bir sanatı bir büyüye dayalı bir formudur.” (Kabbala, Tradition of Hidden Knowledge)
Bu Kabbala ayinlerinde kanın kullanımı Yahudi yazar Bernard Lazare “L’Antisemitisme” adlı kitabının ikinci cildinin 215. sayfasında şöyle anlatıyor:
“İğneli fıçı olayları halk arasına yerleşmiş bir düşüncedir, bu ise, tamamen bir masal değildir. Gerçekten ortaçağlarda Yahudiler sihirbazlık ve okültizm ilimlerinde çok ileri gitmişlerdir. Bundan dolayı, tabii ki Yahudi sihirbazlar, kabbalistik ve talmudik ayinlerinde kan kullanmışlardır. Yahudi sihirbazlar bu iş için Yahudi olmayan çocukları kurban ederek kanlarından istifade etmiş olabilirler.”

İĞNELİ FIÇI NEDİR?
Yahudilerin, kaçırdıkları Yahudi olmayan çocukların kanlarını almak için kullandıkları yöntemlerden biri. Fıçının içi iğnelerle kaplıdır. Çocuğu fıçının içine canlı canlı kapatan hahamlar, ardından fıçıyı dakikalarca yuvarlarlar. Daha sonra fıçının dibinde bulunan musluk açılır ve toplanan kan ayinlerde kullanılmak ya da Mayasız Bayramında yenilen mayasız ekmeklere karıştırılmak üzere alınırdı.
Yahudilikte, insan kanının ikinci bir kullanım yeri ise Pessah (mayasız) bayramları olmuştur. Pessah bayramında bir hafta boyunca mayasız ekmek yapılır ve yenir. Yahudilerin bazı kollarına göre, bu ekmeklerin en makbul olanları ise içine insan kanı katılanlardır. Bazı tarihçilerin bildirdiklerine göre, Pessah bayramları, Ayrupa’da her yıl küçük çocukların kaybolduğu dehşet dönemleri olmuştur.
Kan içme konusunu şimdiye dek en iyi açıklamış kaynaklardan biri, 1803’te Moldavya’lı rahip Neophite’in yazdığı kitaptır. Bir hahamın oğlu olan Neophite, Yahudilikten çıktıktan sonra hristiyanlığı kabul edip rahip olmuştur. Babasının inancındaki bütün kanla ilgili ayinleri açıklamıştır. Bazı Yahudi tarikatlarının, insan kanı kullandıklarında Yehova katında daha “üstün” olduklarına inandıklarını anlatmıştır.
İşte Yahudilerin bulundukları ülkelerden sürülmelerinin nedenlerinden birisi de bu sapık adettir. Özellikle İspanya’da, kan içme olayları defalarca gündeme gelmiş, bu olaylar halk arasında büyük huzursuzluk meydana getirmiştir. Sayısız çocuk kaybolmuş, cesetlerin bir kısmı tamamen kanı çekilmiş bir durumda bulunmuştur. Osmanlı İmparatorluğuna geldikten sonra da, Yahudilerin bazı kolları, bu sapık adetlerine devam ettiler.
Osmanlı zabıtlarında bu konuda gelişmiş pek çok olay vardır. Bunların en önemlileri 1715’te Amasya’da, 1840’ta Şam’da ve Rodos’ta, 1633-1843 ve 1866’da İstanbul’da, 1863-1868 ve 1870’te İzmir’de kayda geçen olaylardır. Bu olaylarda pek çok Yahudi suçlu bulunmuş ve idam edilmiştir. Yahudi tarihçi-yazar Avram Galante, “Histoire Des Juifs de Turquie” isimli kitabında bu konuda gelişmiş olan olayları uzun bir şekilde anlatmaktadır.
İstanbul Kadılığı 1715’te (11 Şevval 1128) olan kan içme olayında, Ahmet isminde bir Türk çocuğunu kaçırıp kanını içen Menahim, Sabetay ve Avram isimli üç Yahudiyi idam cezasına çarptırmıştır. Fanatik Yahudiler kan içme adetlerini bugün hala uyguluyorlar. Filistin’li pek çok küçük çocuk bu korkunç ibadetin (!) kurbanı olmuştur.
Yıl 2006’nın Mayıs Ayı. Ankara’nın fakir semtlerinden Sincan’da, organları alındıktan sonra çöpe veya duvar diplerine bırakılmış 7-8 yaşlarındaki çocuk cesetlerinin sayısı 13’e ulaşmış. Türkiye’deki organ mafyasının ardında Yahudiler’in olduğuna ve bu organların İsrail’li hastalara nakledildiğine dikkat eder misiniz?!!!
Sadist hahamların uydurduğu bu akıl almaz vahşet, tarih boyunca sayısız masum insanın acımasızca öldürülmesine yol açmıştır.
Yahudiler Tevrat’ta emredilen bütün vahşet türlerini İsrail devleti kurulduktan sonra çok rahat uygulama fırsatı buldular. İşgal ettiği topraklardaki savunmasız halk İsrail’in sapık ibadetlerinin kurbanı oldu. Haber alınamayan binlerce kayıp Filistin’li çocuktan birkaçının cesetleri kanları çekilmiş olarak bulunmuştur. Bugün İsrail hapishanelerine konulan, yüzlercesi kadın ve çocuk olmak üzere on bini aşkın Filistin’linin akibeti bilinmemektedir.
Azınlıkta oldukları ülkelerde bile bu korkunç ibadetlerini terketmeyen yahudi fanatiklerinin, tamamen hakim oldukları Filistin’de aynı kan ayinlerini uyguladıklarını tahmin etmek güç değil.

BURUN ve KULAK KESME
Yahudilerin, Tevrat emirlerine dayanarak yaptıkları işkencelerden birisi de burun ve kulak kesmedir. Tarih kitaplarında Yahudilerin yaptıkları katliamlarda bu insanlık dışı işkence yöntemini kullandıkları anlatılmaktadır.
TEVRAT: “Burnunu ve kulaklarını kesip düşürecekler. Ve senden arta kalan kılıçla düşecek.” (Hezekiel Bölümü, 23/25)
“Sizi kılıcın kısmeti edeceğim ve hepiniz boğazlanmak için bekleyeceksiniz.” (İşaya Bölümü, 65/12)
“İşte kor ateşine üfleyen ve işine göre silah çıkaran demirciyi ben yarattım; harap etsin diye helak ediciyi ben yarattım.” (İşaya, 54/16)
“Bak İsrail, bugün milletler üzerine kökünden sökmek için ve yıkmak için, helak etmek ve yok etmek için seni koydum.” (Yeremya, 1/10)
“Sen benim topuzumsun ve cenk silahımsın. Ve seninle milletleri kıracağım ve seninle ülkeleri helak edeceğim.” (Yeremya, 51/19,20)

MAZLUM ve EZİLMİŞLİK YALANLARI
Yahudiler, va’dedilmiş topraklara dönmek istemeyen soydaşlarını bu işe zorlamak (kendi deyimleriyle “hizaya getirmek”) için her türlü provokasyonu tarih boyunca uygulamaktan çekinmemişlerdir. Kendilerine karşı uygulandığını öne sürdükleri “soykırım” tezgahlarının ardında yine kendileri vardır.
Hitler’in; “Beni Yahudiler finanse etti” demesi; katliamları bizzat gerçekleştiren SS Gestapo şeflerinin yahudi olması; NAZİ sembollerinin Tevrat’tan alınmış olması; NAZİ ve Avrupalı Yahudilere verilen ESKENAZİ isimlerinin ibranice kökenli olması; Faşist diktatör Mussolini’nin; “Ben bir siyonistim” demesi ve kurulacak olan yahudi devleti için çalışacağını söylemesi vb. Ortadaki oyunu açıklamaya yetip artmaktadır.
Aslında bu oynanan “Büyük kitlenin İsrail’e dönmesi için küçük bir grubun feda edilmesi gereği” oynanmıştır. Bu grup da elbette, kültürlü, aydın ve zengin Yahudilerden oluşmayacaktı. Özellikle fakir ve güçsüz, İsrail’e göç etse bile yük olmaktan başka işe yaramayacak, çoğunluğunu Musevi Hazar Türkleri ve Çingenelerin oluşturduğu bir kesim bu iş için uygun görüldü.
TEVRAT: “Bir şehre karşı cenketmek için ona yaklaştığın zaman, onu BARIŞA çağıracaksın. Ve vaki olacak ki eğer sana sulh cevabı verirse ve KAPILARINI SANA AÇARSA, o vakit içinde bulunan bütün kavim sana angaryacı olacaklar ve sana kulluk edecekler.” (Tesniye Bölümü, 20/10-11)
“Ve onların krallarını senin eline verecek adlarını göklerin altında yok edeceksin. Sen onları yok edinceye kadar kimse senin önünde duramayacak.” (Tesniye Bölümü, 7/24)
Eski ABD Genel Kurmay Başkanı Thomas Moorer: “Şimdiye kadar hiçbir başkanın İsrail’e karşı koyduğunu görmedim. Onlar her zaman istediklerini elde ederler. Amerikan halkı eğer İsrail’in hükümet üzerindeki etkisini bilseydi hemen ayaklanırdı.”
Ben Gurion tarafından ilan edilen İsrail’in bağımsızlığını, bir kaç dakika içinde ilk tanıyan ABD Başkanı Truman olmuştur. Truman; “Hür ve kudretli bir İsrail Devleti’nin teminatçısıyım.” (Le Monde, 17.3.1971 sf. 8)
İsrail Cumhurbaşkanı Chaim Weizmann, Yahudi Truman’a şükran hediyesi olarak bir Tevrat Rölesi sunarken şöyle demişti: “Siz farkında olmayabilirsiniz ama sayın Başkan, ben sizden daha önemli bir başkanım. Siz 170 milyon insanın başkanısınız, bense başkanların başkanıyım.” (Joys of Jewish Folklore, David M. Eichhorn, sf. 343)
TEVRAT: “Bilmediğim bir kavim bana kulluk edecek. Yabancı oğulları bana boyun eğecekler. Kulakları işitince bana itaat edecekler. Yabancı oğulları takatsiz kalacaklar.” (ll. Samuel, Bab 22/4-46)
Yahudiler, sermayeyi ele geçirip yaşadıkları her ülkeyi sömürmüşler, dönmelik takdiğiyle devletin üst kademelerini ele geçirmeye çalışmışlardır. Tarih boyunca birçok ülkeden kovulma sebeplerinden biri de budur. Dönmeler, bayramlara eş değiş tokuşuna dayanan cinsel faktörler de eklemişlerdir. Halk arasında “mum söndü” olarak bilinen bu eş değiş tokuşu dönmelerin en sapık adetlerinden biridir. Bugün hala uygulanmakta olan bu adet, yahudi dönmeleri tarafından reddedilmek bir yana, övünerek anlatılmaktadır. Bu iğrenç adetin faturasının da, farklı mezhepteki bir topluluğumuza çıkarılması, Yahudi-Ermeni propagandalarının eseridir.
“Köpek için kemiğin, domuz için dışkının çekici bir tadı olmasaydı, onlar bu maddelerle karınlarını doyurmak isterler miydi? Rezilliklerin her çeşidinden ayrı bir tad alan güçlü kişileri ayıplamayınız.” (Mason Dergisi, sayı 29, sf. 20)
(Bu telkin, masonluğa kabul töreni sırasında üyelere fiili livata yapıldığı söylentilerine ispat niteliği mi taşıyor acaba?)

KUR’AN: “İnananların içinde çirkin utanmazlıkların yaygınlaşmasından hoşlananlara dünyada da, ahirette de acıklı bir azap vardır. Allah bilir, siz ise bilmiyorsunuz.” (Nur Suresi/19)

Sapık Yahudi geleneklerinden biri olan ensest de sapkın Tevrat ayetlerine dayanır:
“İki memen sanki bir çift geyik yavrusu Kaptın gönlümü kızkardeşim, yavuklum. Okşamaların ne güzel kızkardeşim, yavuklum.” (Tevrat, Neşideler Neşidesi, 4/5,9-10)
“Ve büyük kız küçüğüne dedi: Gel babamıza şarap içirelim... Onunla yatarız... Ve o gece babalarına şarap içirdiler ve büyük kız gidip babasıyla yattı. Ve öbür gece dahi babalarına şarap içirdiler ve küçük kız kalkıp onunla yattı.” (Tevrat, Tekvin 19, 31-35)
Rivayete göre, kızların, babalarının soyunu sürdürmek için girdikleri bu ilişkilerin sonucunda birer oğlan doğuruyorlar. Bu oğlanlardan biri Moablıların, diğeri de Amanoğullarının atası sayılıyor.

Yerleştiği her yerden kovulan tek topluluk Yahudilerdir. Babil’den, İngiltere’den (1292), Fransa’dan (1394), İspanya’dan (1492), Litvanya’dan (1495), Portekiz’den (1498), Almanya ve İtalya’dan (14 ve 16.yy.da) tarih boyunca toplu olarak kovuldular.
İspanya’da Yahudiler sermayenin çoğuna sahip olduklarından dolayı “devlet içinde devlet” haline gelmişlerdir. Bu maddi güç sayesinde ülkede sayıları az olmasına rağmen çoğu konuda söz sahibi oluyorlardı. Ayrıca, Yahudilerin uyguladığı kan içme, sulara zehir atma, veba salgını çıkarma, ensest ilişki, eş değiştirme, yabancı düşmanlığı (başka milletleri hayvan olarak görme) gibi sapık adetler, İspanyol halkı arasında büyük bir tedirginlik oluşturuyordu.
İspanya devletinin, bunların etkilerini kırmak için gittiği yasal düzenlemelere karşı “dönme”lik (isim ve dinlerini gizleme) takdiğini uygulayan Yahudilerin bu sahtekarlığının ortaya çıkmasıyla, İspanya Devleti tarafından topluca kovuldular.
Ne yazık ki, başka milletlerin başlarından söküp attığı bu keneleri, Osmanlı İmparatorluğu sokaktan alıp kendi bağrına yerleştirmiştir. Sonuçta, Osmanlı’nın sonunu getirip ortadan kalkmasına sebep olan bu KENELER olmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ü zehirleyip öldüren de Mason Keneler’dir.
Mason yükümlülüklerini belirten Anderson Yasası, Davranış Maddesi dördüncü fıkrası şöyledir:
“Mason olmayan yabancılar bulunduğunda, sözlerinizde ve tutumunuzda öyle ketum ve ihtiyatlı olunuz ki, en ince zekalı yabancı bile duyulması uygun olmayan şeylerin farkına varmasın.” (ÇIRAK KALFA USTA, Sayfa-55)
Siyonizmin dünya hakimiyeti için kendilerini adamış olan masonlar da aynen Yahudiler gibi kendilerinden başkalarını insan olarak görmezler;
“Bizim anladığımız insan, sokakta her gün gördüğümüz insan değildir. İki ayaklı, iki kulaklı az çok akla da sahip insanı biz burada kasdetmiyoruz, biz insan dediğimiz zaman bütün masonik ilkeleri sinesinde toplayan bir insanı insan olarak ele alıyoruz.” (Mimar Sinan Dergisi, s.27-28 sf.35)
Siyonistler, işleri biten masonların Yahudi asıllı olmayanlarını çöpe atarken de pek acıma belirtisi göstermezler.
Masonlar, çalışmalarının, Atatürk tarafından 1935 yılında yasaklandığında, meclis başkanı, altı bakan ve altmıştan fazla milletvekilinin kendilerinden olduğunu söylemektedirler. Atatürk’ün ölümünün onuncu yılında tekrar çalışmaya başlarlar ki, bu arada İsrail Devleti’nin de kurulmuş olması çifte bayramları olmuştur.
Kutsal anlatımlara göre;
İSRAİLOĞULLARI: Yakup peygamberin soyundan gelenleri ifade eder.
İSRAİL: Yakup peygamber’e verilmiş isimdir. “Tanrıyla güreşen” demektir.
İSRA: Güreş tutmak, güreşmek.
İL-EL-BAAL: Sümer’lerin en baba tanrısı(!).
Yakup, tırıvırı bir tanrı(!) yerine, en baba tanrıyı(!) kendine rakip seçmesinin cezasını, dizinin incinmesiyle öder. Fakat, tanrıyla kapışmayı göze almanın ödülü olarak ta “üstün kılınma” vaadini kapar(!). Bu “diz incinmesi” olayından dolayı Yahudiler, uyluk başı üstü kalça adalesini yemezler.
Tarih boyunca fitne ve azgınlıklardan bir türlü vazgeçmeyen İsrailoğulları, pek çok peygamberin başının etini yemiştir.
Tanrının, kendilerini bu kadar fazla muhatap almasını (peygamber gönderilmesini) “kendilerine üstünlük ve efendilik” verilmesi olarak değerlendirmişlerdir.
Müslüman inancına göreyse, Yakup peygamber; güzelliği dillere destan Yusuf’unu kaybetmiş, gözü yaşlı Hazreti Yakup’tur. Müslümanların böyle inanıyor olmalarının ne kendilerine bir zararı vardır, ne de insanlığa. Oysa tanrıyla(!) güreşen bir Yakup...
KUR’AN: “Yahudiler arasına Kıyamet Gününe kadar sürecek düşmanlık ve kin saldık. Onlar ne zaman savaş ateşini alevlendirdilerse Allah onu söndürmüştür. Yeryüzünde bozgunculuğa çaba harcarlar. Allah ise bozgunculuğu sevmez.” (Maide Suresi, 64)

TEVRAT: “Ayak tabanınızın basacağı her yer sizin olacak; sınırınız çölden ve Lübnan’dan, Irmak’tan, Fırat Irmağı’ndan garp denizine kadar olacaktır. Önünüzde kimse duramayacak. Tanrınız Rab size söylediği gibi dehşetinizi ve korkunuzu ayak basacağınız tüm diyarın üzerine koyacaktır.” (Tesniye, 11/24-25)
“O günde Rab Abram’la ahdedip dedi: Mısır Irmağı’ndan büyük ırmağa, Fırat Irmağı’na kadar bu diyarı senin zürriyetine verdim.” (Tekvin, 16/18)
Türk Milleti, yurt edindiği toprakları için milyonlarca şehit vermiştir. “Türkiye ilgi alanımız içindedir.” diyen Yahudi insan kasabı Ariel Şaron aylardır kuyruğu titrettiği halde geberemiyor. Onca masumun kanına girerek, kolay ölüm var mı? Darısı, mevcut Yahudi kasaplarının başına...
“Aralarına seni dağıttığım milletlerin hepsini bütün bütün sona erdireceğim fakat seni sona erdirmeyeceğim.” (Tevrat, Yeremya, 30/11)
“Çok kavimler ezeceksin, ve onların kazancını Rabbe ve onların mallarını bütün dünyanın Rabbine tahsis edeceğim.” (Tevrat, Mika, 4/13)
“Ve seni sıkıştıranların oğulları sana eğilerek gelecekler. Senin ayaklarının tabanında yere kapanacaklar ve sana Rabbin şehri İsrail Kudüsü’nün Siyonu diyecekler.” (İşaya 60/14)
“Ve Krallar sana uşak ve Kraliçeler sana dadı olacaklar, yere kapanıp ayaklarının tozunu yalıyacaklar.” (İşaya 49/23)
“Milletlerin servetini yiyeceksin ve onların izzeti size geçecek.” (Tevrat, İşaya, 61/6)
“Allah’ın Rabbin sana miras olarak vermekte olduğu bu kavimlerin şehirlerinden nefes alan kimseyi sağ bırakmayacaksın. Allah’ın Rabbin sana emrettiği gibi tamamen yok edeceksin.” (Tevrat, Tesniye 20/16,18)
KABBALA’dan: “Yahudi, yaşayan insanlaşmış Tanrıdır... Yeryüzünde Tanrı, Yahudinin yüz hatlarda kendini aşikar kılar. Diğer insanlar tamamıyla dünyevi, aşağı ırktandır. Onlarsadece Yahudilere hizmet için yaşamaktadırlar... Hahamların sözleri canlı Tanrının sözleridir.”
Filistin ve Lübnan’da Yahudilerin katlettiği masumlar, benim kardeşime, bacıma, akrabalarıma ve garip anacığıma benziyorlar. Yahudi vahşilerin yüzlerinde ise, kara domuzların kılsız yerlerinin derisini görüyorum...
KUR’AN: “Onlar bir kötülük işledikleri zaman BİZ ATALARIMIZI BU YOL ÜZERİNDE BULDUK. ALLAH DA BİZE BUNU EMRETTİ derler. De ki: Şüphesiz Allah, kötülüğü emretmez. Bilmediğiniz bir şeyi Allah’a karşı mı söylüyorsunuz?” (A’raf 28)
KUR’AN: “Şeytanların kimlere inmekte olduklarını size haber vereyim mi? Onlar gerçeği ters çeviren, günaha düşkün olan her yalancıya inerler. Bunlar şeytanlara kulak verirler ve çoğu yalan söylemektedirler.” (Şuara 221-223)

Ey Yahudiler!
Yeryüzünü ve sonunuzu felakete sürüklüyorsunuz! Aklınızı başınıza alın ve insanlığa dönün!
Tanrı’nın bana vermiş olduğu akıl; TANRININ BİLDİKLERİNİ ELBETTE BİLEMEZSİN FAKAT, AKLINDAN ZORU OLAN BİR TANRININ VARLIĞINA İNANACAK KADAR DA APTAL OLAMAZSIN, diyor.”
Sizlere; “Yakın! Yıkın! Öldürün! Mahvedin! Tecavüz edin! Cehenneme çevirin! ....!” diye telkin eden Tanrı değil de, KABBALİST BİR HAHAM olmasın sakın!?...
Ey insanlık!
Şu anda yeryüzünde katliama uğrayanlar senin ırkından, dininden değildir diye kılını kıpırdatmak istemiyorsun!
Siyonistler bu dünyayı üçüncü büyük harbe doğru sürüklüyorlar!
Sıkıştıkları anda nükleer güce başvuracakları cehennem harbine!
Bu gidişe dur demezseniz, CEHENNEM ARTIĞI BİR DÜNYA SİZE KALSA NE OLACAK?!

Ey müslüman!
İslam ümmeti neden sahipsiz?!
Neden yanıyor Filistin, Lübnan, Irak, Bosna, Azerbaycan, Çeçenistan, Afganistan, Türkistan?
Dünyanın İNSANLIK ve ADALET diye ayağa kalkıp haykırmasını mı bekliyorsun, kendin yatar halde iken?!
Sorgulamayacak mısın, ülkenin başına getirilmiş siyonist locaya kayıtlı uşakların kimliğini?
Yahudileri ve Hristiyanları dost edinmek, ipin ucunu onlara teslim etmek ne demek?

Ey Türk Evladı!
Vatanının parçalanıp cehenneme çevrilmesine fırsat verme!
Ürününe para verip kullandığın markanın Yahudi patronuna rica et de safını belli etsin! Lübnan ve Filistin’deki vahşete tavır koysun!
“Eşcinseli işe alırım, türbanlıyı almam” diyen, ALARKO’nun Alaton’larına sor bakalım; “İsrail iyi mi yapıyor, yoksa kötü mü?”!
Yoksa sen hala:
Alarko ile suyunu ısıtıp ariel ile temizlenmeye; colgate ile fırçalanıp, coca cola ile karnını şişirmeye devam mı edeceksin?
Ödediğin para bugün için Filistinli çocuğun beyninde patlıyorsa, yarın sıranın sana gelmeyeceğini mi düşünüyorsun?
Düşmanın ekonomisine katkıda bulunmanın, tecavüzcü zaniye kuvvet macunu ikram etmekten ne farkı var?
İşte, dünyanın hali ortada! Görmüyor musun?
Yoksa, Yahudi füzeleri Ankara’ya düşmeye başladığında mı gözlerini açacaksın?
İsrail Savunma Bakanı, İsrail’in ahlaki yasalarının sivillere zarar verilmesine izin vermediğini söylemiş. Öyleyse bu katliamları, dini yasaları izin verdiği için mi yapıyorlar?
İsrail Dışişleri Bakanı, İsrail’in Lübnan halkıyla bir çatışması yok demiş. Doğru söylemiş. Lübnan halkıyla çatışmıyorlar, Lübnan halkını katlediyorlar. Çünkü, Lübnan’lıların onlarla çatışmaya girecek silahları yok...
Feryatlar arşa yükseliyor.
Bütün dünya bu vahşete seyirci.
Condoleezza Rice’nin ağzı kulaklarında. Mutlulukla sırıtıyor.
Utanmak mı?
Yüzleri kızarmak mı?
Onlar da nasıl kelime!
Hayvanlar suç işleyince hiç yüzleri kızarır mı?
“Kimler var bakınız kan feryat dolu,
Kimler hürriyetin hasretindeler,
Garibin mazlumun bağlanmış kolu,
Gülüp seyrediyor kanlı kahpeler.”
Kanlı kahpeler.
Kanlı zalimler,
Kanlı köpekler!...

( Nursultan Abdülhamid İKİNCİ )

18 Eylül 2014 Perşembe

DAVET:

Merkez Parti her fikirden lakin ortak sevdası vatan olan her ferdin kendisine yer bulduğu ve bulacağı,her alanda adaletin yeniden egemen kılınacağı, ulusal ve uluslararası arenada kaybedilen Türkiye cumhuriyetinin itibar ve etkinliğini yeniden kazandırmak,aziz milletimize layık olduğu gibi gereğince hizmet edebilmek,dış ve onun uzantıları iç mihraklarca çeşitli isimler ve projeler ile toprak bütünlüğümüze kasta engel olmak  amacı ile muhalefet değil direk iktidar hedefli kurulmuş bir partidir.
Aziz Türk milletinin her kesiminin gösterdiği teveccüh bu tarz bir siyaset anlayışına duyulan özlemin açık göstergesidir.
Sağcısı ve solcusu ile,dindarı ve muhafazakarı ile,ülkücüsü ve liberali ile,alevisi ve sunnisi ile,Türkü ve kürdü ile velhasıl ben değil biz kavramı eksenli düşünen ve vatanına ve dahi mukaddesatına sevdalı her can ile biz büyük Türkiye'ysek bu kadar dejenere olmuş ve düşmanı çoğalmış bir coğrafyada tek bir ideoloji üzerine kurulu bir parti ile bir yere varılamayacağını,bunun kamplaşma ve gruplaşma ile ötekileştirme ve başkalaştırmadan gayri bir sonuca bizi ulaştırmayacağını bu güne kadar anlamış olmalıydık.
Değişik siyasi oluşumlar içerisinde yer alarak yürütülen soyut muhalefet, akp gibi bir partiyi ve onun eksik,yanlı yahut hatalı politika izlemesi nedeni ile değil midir bu günkü gelinen nokta?
o sebeptendir ki bir olma,iri olma,diri olma çağıdır şimdi.
partiler ve isimler fani dava bakidir. Devletimin ve milletimin bekasına ve dahi mukaddesatımıza bu kadar pervasız saldırıldığında bir dönemde basmakalıp düşüncelerin ekseninden kurtulup "devlet ebed,millet ebed müddet "  düsturuna sahip çıkmanın zamanı gelmedi mi daha? Aksi düşünceleri savunmak akıl tutulması değilde nedir ALLAH aşkına?
Coğrafyamızda savaş naralari İbranice ve İngilizce,feryatlar ise türkçe, kürtçe ve arapça olduğu gerçeği ne zaman fark edilecek acaba?
İçte ve dışta asıl savaşın haçın hilale karşı savaşı olduğu,bu cephede de en güçlü aktör olan ülkemizi böl,parçala ve yok et stratejisi ile ortadan kaldırma gayretinde olan bir gizli dünya devleti ve şer ittifakıyla mücadele ettiğimizi hangi akıl sahibi yok sayabilir ki?
Aklıselim davranmanın çağıdır artık.
Türklüğümüzden ve İslami değerlerden zerre taviz vermeden, Atatürk ilkeleri ve adalet çizgisine sadık kalarak,hiç kimsenin güdümünde olmadan çıkılan bu kutlu yolda vatanına ve mukaddesatına sevdalı her ferdi bu güç birliğinde yer almaya davet ediyorum.
selam,saygı ve dua ile.
Fatih ÇALTI


Posted via Blogaway

6 Eylül 2014 Cumartesi

TAŞ DAHİ YERİNDE AĞIRDIR.

TAŞ DAHİ YERİNDE AĞIRDIR.
Toplumda kabul görmüş,belli bir makam ve mevkide bulunan kişiler düşünce ve davranışlarında  ağır ve adaplı olmak zorundadır.
Türk töresi,İslami kaideler ve gelenek - göreneklerimiz dahilinde hareket etmek bulunulan konumun zorunluluğudur.
Bunca zamandır süregelen varlık deryasında balık misali sürdürdükleri hükümdarlık bir anda çekilen su ile sona etmekle kalmaz onları küçük gördükleri karıncalara yem yapar.
Hüküm ALLAH'Indır.
Rızık ALLAH'tandır.
Hayat ALLAH'ın taktirindedir.
Kul acizliginin farkında olmalı haddi aşmamalıdır.
.


Posted via Blogaway

28 Ağustos 2014 Perşembe

NİYET ŞER OLUNCA AKİBET HAYR OLUR MU?

NİYET ŞER OLUNCA AKİBET HAYR OLUR MU?

Önceden doğan görünümlü şahinler ve kuzu postuna bürünmüş çakallar vardı piyasada. Şimdi artık insanlar aştı kendini. Arsızlık,hırsızlık,yüzsüzlük,hayasızlık,inançsızlık ve şerefsizlik herhangi bir maskeye gerek bile duyulmadan aleni işlenir oldu.
ALLAH ismi ve din adı altında insanları aldatma kervanına milli kimliklerinden dahil edilmesi işleri iyice çığrından çıkardı.
Kimin alim kimin zalim olduğu,kimin mazlum kimin zulümkâr olduğu iyice birbirine karıştı.
Kendi namuslarına laf ettirmez densizler  başkalarının namuslarına tereddütsüz dil uzatmaktan ve onursuzca musallat olmaktan imtina etmez bir hâl aldılar. İnandıkları gibi yaşamaktan ari ruhsuz kalıplar yaşadıkları gibi inanmaya başladılar ve çalma elin kapısını yüzük kaşıyla,çalarlar kapını hançer başıyla atasözümüzün ise hala geçerli olduğunu unuttular galiba.
Yinede biz Türk töresinin ve inancımızın gereği diriliş,uyanış ve kurtuluşa vesileler kılmasını ve insani değerlerimize yeniden yönelip özbenligimiz ile barışmamızı yüce Mevlam dan niyaz ediyorum.


Posted via Blogaway