4 Ağustos 2016 Perşembe

GİTMEK Mİ, KAÇMAK MI?



İnsan yaşamın her anında gider aslında.
Anne karnından dünyaya gidişle başlayan yolculuk ömür süresince devam eder ve kabre gidişle son bulur.

Ama hep programıdır gidişler. Mesela doğum sonrası ben vazgeçtim geri döneceğim annemin karnına deme şansı yoktur hiç kimsenin tıpkı ben kabirden sıkıldım dünyaya döneceğim deme şansı olmadığı gibi.

Yaşam süresince de programı devam eder gidişlerin. Örneğin günler önce hazırlanır valizleri bir yolculuğa çıkmadan. Son defa dolaşılır ev açık bir yer kalmasın diye. Kapı dahi bir kaç adım uzaklaşınca dönülüp son kontrole tabi tutulur.

Evlilik hazırlıkları bayram sevincine geçer meselâ. Tatlı bir telaşe ile her yapılan işin defalarca kontrolü vardır. Çünkü bilinir atlanılan her basit detay "ayrıntı detaylarda gizlidir"  mantığı gereği telafisi mümkün olmayan sorunların sebebi olacaktır.
Düşünün düğüne davet edilmesi unutulan yakın bir dosta bunun izahı hangi cümle ile yapılabilir ki?

Yaşama dair örnekler istenildiği kadar arttırılabilir bu konuda.
Ama konunun ana teması çıkmadan yola önce program yapıp hazırlıkta bulunmak, sonra ardında düşünüp huzurunu bozacak her soru işaretini ortadan kaldırmak gereksinimidir.
Yoksa gidişler zorunlu dönüşleri kaçınılmaz kılar.

Birde kaçışlar vardır hayatın süresince yaşanılan.
Bazen aileden,bazen eşten,bazen kendinden.
Sorunlarla mücadele etmek,ortadan kaldırıcı adımlar atıp çözmek yerine kaçmayı tercih eder insan.
Bu geçici psikolojik rahatlık sağlamış gibi gözüksede ardında kırgınlık,üzüntü,bir sürü belki ve bir o kadar keşkeye mahkum eder insanı.

Unutmamalıdır ki insan herşeyden kaçabilir ama aklı ve vicdanı hep onunla beraberdir.
Alacağı kararların sonuçları sadece karar sahibini bağlar. Vebali ,günahıda, sevabı mükafatıda sadece onun sorumluluğundadır.

Özellikle bugün aldığım kararın yarın pişmanlığını yaşar mıyım,  kararım doğru mu,yanlış mı soruları mutlaka sorulmalı vicdan tarafından akıla.
Çünkü bir çok gidişin dönüşü imkansızsa olabiliyor.

İş bu sebeptendir ki hayat terzi misali kırk defa ölçüp bir dafa biçmeyi zorunlu kılıyor insana.
Ölümlü bir hayatı ölümsüz edasıyla yaşadığımız dünyada neleri ötelediğini,nelerden gidip,nelerden kaçtığını çok iyi hesaplamalı insan.
Yoksa yarın geç hemde çok geç olabilir.

Keşkelerden uzak,huzur dolu bir yaşam ve vicdan hakiminizin son nefesinize kadar adaletle hükümler vermesini  diliyorum.

Okuyucuya saygılarımla

Fatih ÇALTI
Türkiye Milliyetçiler Birliği Vakfı
Genel Başkan Yardımcısı



Posted via Blogaway


20 Mayıs 2015 Çarşamba

Feyzullah BUDAK BAYRAK-VATAN

Pek çok kişi “Bayrak, millet demektir” şeklinde de düşünüyor olabilir ama ben bu kanaatte değilim. Benim formülüm “BAYRAK=VATAN” şeklindedir. Bunun böyle olduğunu dünyada en iyi anlaması gereken millet ise ancak Türk Milleti’dir. Çünkü bugün Türk Milleti’nin birden çok bayrağı var. Her vatan için ayrı bir bayrak; Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, KKTC, Özbekistan, Türkiye ve Türkmenistan. Bu 7 bağımsız Türk Devletinin 7 bayrağına, bunun 2 katı kadar özerk Türk Devletlerinin (Tataristan, Çuvaşistan, Başkurdistan, Altay, Tuva, Hakas, Dağıstan vb.) ve onlara dahi işgal altında olan (Kırım, Gagauzeli, Doğu Türkistan, Kerkük- Musul vb.) bazı Türk yurtlarının bayraklarını ekleyebilirsiniz.

Bunun böyle olduğunu bildiğiniz zaman Diyarbakır 2. Hava Kuvveti Komutanlığı alanında Türk Bayrağını gönderden indirenlerin bu cesareti nereden aldığını anlamanız kolaylaşır. Çünkü Türkiye’de devleti yöneten irade artık vatanın bazı bölümlerinden vazgeçtiği izlenimi veriyor ve dolayısıyla bu izlenimin yoğunlaştığı yerlerde ve zamanlarda Türk Bayrağı’na el uzatılması kolaylaşıyor. Özgür bir ülkenin iki şehrini birbirine bağlayan karayolunu 2 hafta süre ile kapatarak kimlik kontrolü yapmak suretiyle orada bir hakimiyet tesis edenlerin bu cesareti ve bu çılgın eylemin devlet tarafından günler boyu çaresizce seyredilmesi başka nasıl açıklanabilir?

Meramımızı izaha çalışırken gerçi “Türkiye’de devleti yöneten irade artık vatanın bazı bölümlerinden vazgeçtiği izlenimi veriyor” dedik ama aslında mesele “izlenim vermekten” daha kesin bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor. AKP iktidarının milli meselelere yaklaşımı yavaş yavaş işi bu acı noktaya kadar getirdi. Bu vesileyle AKP iktidarının ilk yıllarında yaşanan bir dramı yeniden gündeme getirmek ve böylelikle vatan toprağında Türk bayrağı’nı alaşağı etme noktasına gelinmesinin nerelerden başladığına bir kez daha dikkat çekmek istiyorum.

Topraklarımız işgal ediliyor

Ege Denizi’nin kuzeyindeki adalar Fatih Sultan Mehmet döneminde (1451-1481), güneyindeki adalar ise Kanuni Sultan Süleyman döneminde (1520-1566) Türk egemenliğine girmiş ve bu adalar 5 asra yakın bir süreyle tartışmasız şekilde Türk egemenliği altında kalmıştır. Osmanlı Devleti’nin yıkılması ve Kurtuluş Savaşı’nın tamamlanmasından sonra yapılan Lozan Barış Antlaşması’nın 12. Maddesi ile bu adalardan 9’u Yunanistan’a ve 12 Adalar olarak anılan adalar ile Rodos ve Meis Adaları da İtalya’ya bırakılmış, antlaşma metninde Yunanistan’a ve İtalya’ya bırakılan adaların adları tek tek sayılmıştır. (2. Dünya Savaşı’ndan sonra 10 Şubat 1947 tarihinde imzalanan Paris Barış Antlaşması’na göre İtalya 12 Ada ile Rodos ve Meis adasının egemenliğini Yunanistan’a devretmiştir) Lozan Barış Antlaşmasının 12. Maddesinde Yunanistan’a ve İtalya’ya bırakıldığı adları sayılmak suretiyle belirlenen adalar arasında Aydın Söke Akköy bölgesinin 9 deniz mili batısında bulunan Eşek Adası ile Didim’in 5.9 deniz mili güney batısında bulunan Bulamaç adalarının adları geçmemektedir.

Allah bu ülkenin TÜRKLÜĞE ya da İSLAMA (yani bunlardan sadece birisine bile) mensup insanlarına izan versin. Eğer o izan nasip olursa, ondan sonraki her şey kolay olur.
Dolayısıyla bu iki ada Türkiye Cumhuriyeti’ne bırakılmıştır. 2. Dünya Savaşı döneminde 12 Adalar önce Almanlar tarafından işgal edilmiş, Almanların adaları terk etmesinden sonra ise İngilizler tarafından işgal edilmiştir. 12 Adalar bölgesini işgal altında bulunduran İngiltere’nin 1943’te çizmiş olduğu (İngiltere’nin ve Türkiye’nin askeri arşivlerinde birer kopyası bulunan) haritada 12 Adalar mor renkli kalemle çizilmek ve sınırları da kırmızı çizgi ile diğerlerinden ayrılmak suretiyle belirtilmiş, bunların dışında kalan ve Aydın Söke Akköy bölgesinin 9 deniz mili batısında bulunan Eşek Adası (Yunancadaki adı Agathonisi) ile Didim’in 5.9 deniz mili güney batısında bulunan Bulamaç adalarının (Yunancadaki adı Gaidoro) Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenliği altında olduğu bir kere daha tescillenmiştir. Akköy ve Didim halkı AKP iktidarından önceki dönemlerde Bulamaç ve Eşek adalarına sandallarla giderek bu adalarda piknik yaptıklarını ve denize girdiklerini anlatıyor.

Bunu anlatan insanlar halen sağ ve o bölgede yaşıyorlar. Ancak Türkiye’de AKP iktidarının başlamasından sonra Yunanistan önce bu adalara bazı turistik seferler düzenliyor. Türkiye’den ses çıkmadığı görülünce bu adalarda derme çatma kulübelerle sivil iskanlar oluşturuluyor. Yine bir tepki görmeyince bu derme çatma kulübeler kalıcı villalara dönüştürülüyor ve adalara bazı askeri tesislerle sonunda birer kilise inşa ediliyor. 5 asırlık vatan toprağı olan bu 2 adanın resmen işgal edilmesi sürecinde her nasıl oluyorsa (artık siyasi irade orduya baskı mı yapıyor ya da ordu siyasi iradenin siyaset tercihini görerek resen tavırsız mı kalıyor) Türkiye’den hiçbir ses çıkmıyor ve 2002 yılına kadar Akköylü ve Didimli yurttaşlarımızın sandallarla giderek piknik yaptığı Bulamaç ve Eşek adaları birer Yunan adası haline geliyor ve bugün Türkiye’den oraya sandallarla gidenlerden pasaport isteniyor.

2011 Genel Seçimlerinde DP Genel Başkanı Sayın Namık Kemal Zeybek bu acı gerçeği Türkiye’ye duyurmak için Didim’de bir miting yaptı. Ama bu mitingin yapıldığı gün boyunca hiç bir büyük TV kanalı bu mitingi haber olarak bile vermezken, anlı şanlı TV kanallarımız ekranlarını dikine 3 parçaya bölerek her birinde Tayyip Erdoğan, Kemal Kılıçdaroğlu ve Devlet Bahçeli’nin sadece ve sadece bir birlerine hakaretler yağdırdığı mitingleri saatler boyu verdiler. Şimdi bu bilgilerden sonra hâlâ Diyarbakır 2. Hava Kuvveti Komutanlığı alanındaki Türk Bayrağının alaşağı edilmesine şaşıyor musunuz?

Hiç Şaşmayın! Türk Devletini yöneten iradenin Türklük kavramını bunca aşağılamasından ve oy uğruna vatan toprağından bile taviz verileceğinin bunca ilanından sonra bu zulmü yaşamamız mukadderdi! Allah bu ülkenin TÜRKLÜĞE ya da İSLAM’A (yani bunlardan sadece birisine bile) mensup insanlarına izan versin. Eğer o izan nasip olursa, ondan sonraki her şey kolay olur.

Feyzullah BUDAK



®Fatih ÇALTI Stratejik Danışman

5 Mayıs 2015 Salı

Dun DEVRİM,yakin zamanda T 1013 jeep,Hazey Türk, Ostim, yarın muamma

Dun DEVRİM arabalarına yapılan engelleme zihniyeti yakın zamanda T 1013  e yapılırken sustunuz.
Şimdi yerli otomobil türlüsüne alkış tutuyorsunuz.
HAZEY TÜRK'üde denerken yerli desteğinden bahsediyordunuz.
Ostim de üretilen otomobili de.
Ne oldu o desteğiniz???

http://www.yenidenergenekon.com/392-tuzla-jeep-fabrikasinin-gizemli-oykusu/


Tuzla Jeep Fabrikası’nın Gizemli Öyküsü

Yıllar sonra, 1988’de, Yıldız Teknik Üniversitesi ve Türk Silahlı Kuvvetleri ortak projesi harekete geçirildi. Tuzla’da, “Askeri Jeep (jip) Üretimi”… Ve Tuzla Jeep Fabrikası, 1990’da seri üretime geçti. 15 yıldan fazla sürede, yerli 13 bin kadar askeri jip üretti, çeşit çeşit; her ihtiyacı karşılayan… Sonra, 2006’da, üretim durduruldu, hiçbir açıklama yapılmadan!.. “İhtiyaç yok” denildi. Artık ihtiyaçlar daha pahalıya gelen ithal araçlarla gideriliyor… Tuzla üretimi askeri araçlar halen TSK’da kullanılıyor. Bu üretimlerin ayrıntıları, “askeri proje” olması nedeniyle saydamlıktan uzak tutuldu. Üretimin neden durdurulduğunu değil kamuoyu ve basın; projede görev alan askeri ve sivil uzmanlar dahi anlayamadı, açıklayamadı. Tuzla’da Jeep’lerin üretildiği fabrika, 1954 yılında, “Türk Willys Overland” adıyla kurulmuştu. Türkiye’nin ilk otomotiv fabrikası sayılan bu yerde, ABD’den getirilen parçalar yerli parçalarla montajlanarak sivil ve askerî amaçlı Jeep, kamyonet üretiliyordu. Fabrika daha sonra Türk Silahlı Kuvvetleri’ne devredildi. 1986 yılından itibaren ‘T Model’ adıyla jiplerin yerlileştirilmesi çalışmalarına geçildi. 1990’lı yıllarda da yüzde yüz yerli GT ve GTD Model olarak askerî jip üretimine başlandı. Araçlara ait marka tescili, 1995’te Türk Patent Enstitüsü tarafından ‘Tuzla 1013’ adı ve ‘T’ logosuyla yapıldı. Ayrıca, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı Sanayi Genel Müdürlüğü’nden araç tip onay belgeleri alınarak, ihracat için gerekli şartlar elde edildi.
NE OLDU ? NEDEN OLDU?
“Tuzla Jeep Fabrikası’nda üretime neden son verildi?” sorusunu, bu işin içinde olan kime sorarsak soralım, yüzlerinde anlamlı, hüzünlü bir ifade gördük. Yanıt hep aynı: “Bilmiyorum. Anlamadım.” Ama sanki biliyorlar, anlıyorlar da söyleyemiyorlar gibi… Bu konuda, en açık konuşan ve bilgilendiren isim, Yıldız Teknik Üniversitesi Makine Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Rahmi Güçlü. Kendisi, Tuzla Fabrikası’nda yerli jip üreten ekibin içinde yıllarca görev üstlenmiş bir mühendis ve akademisyen… “Neler oldu? Neden oldu? Tuzla Jeep Fabrikası’nın yerli üretimi neden durduruldu?” sorusuna yanıt verirken, “Bu konuyu yetkililer de bilmiyor. Yanıtı ancak üst düzey makam ve yetkililer verebilir, onlara sormak lazım. Ordu’nun bir konsept değişikliği yapacağı, imalat sektöründen çıkacağı, farklı bir konsepte gireceği şeklinde bir düşünce ifade ediliyordu. Bu fabrikada üretimin durdurulacağı, hatta fabrikanın kapatılacağı zaten sürekli konuşulan bir şeydi. Birileri bu işten memnunken, birileri de rahatsız olmuş olabilir” diyerek söze başlayan Prof. Güçlü şöyle devam ediyor: “İmalat kolay iş değil. Yatırım, risk gerektirir. Herkes bunu göze alamıyor. Çoğu sanayici bundan kaçınıyor, ithalat kolaya geliyor. TSK da bugün ithal ediyor… Bizim yapmaya, gerçekleştirmeye çalıştığımız; yerli olarak ürettiğimiz ama her seferinde içeriden ve dışarıdan önümüzün kesildiği onlarca proje var. Devrim arabaları bir örnek… Benzin unutuldu diye proje iptal edilir mi? Buna kim inanır? Türkiye uçak yapıp Hollanda’ya ihraç ettiği zaman da proje durduruldu. Dış güçler engel oluyor ama tabii içerden de onlara destek olanlar çıkıyor.”
“Tuzla Fabrikası, Türkiye’nin yerli malı ilk seri üretim otomotiv fabrikasıdır. Burada 4 x 4 yerli askeri arazi araçları üretildi, 15 farklı model… Komutan aracı, personel aracı, mobil silah araçları, ambülans… Ben kesin cümlelerle şunu ifade edeyim: Bu projede geldiğimiz noktada ürettiğimiz araçlar, teknolojik açıdan, yurtdışından ithal edilen araçlardan çok daha üstündü. İthal taşıtların tırmanamadığı eğime bizimkiler tırmanır…”
SORUŞTURMA İHTİYACI
Türkiye’nin ilk ulusal yer gözlem uydusu Göktürk-2 projesinde de yer alan Prof. Dr. Rahmi Güçlü, 2006 sürecini “üzücü bir nokta” olarak nitelendirirken ve “Yetkililer tarafından araştırılması, niye böyle olduğunun soruşturulması, sorgulanması gerekir” derken, mevcut sistem ve altyapının farklı bir açıdan ele alınabileceği, üretime tekrar başlanabileceği mesajını veriyor: “Bugün milli uydumuz Göktürk-2’nin üretilmesi ne kadar önemliyse, 1990’lı yıllarda yerli bir askeri araç tasarlamak ve üretmek de o kadar önemliydi, bugün de halen çok önemli. Bu projenin kahramanları var: Ben o zamanlar Yıldız Teknik Üniversitesi Araştırma Görevlisi olarak ekipteydim. Bir avuç Türk mühendisin ve komutanın örnek gösterilecek başarısıdır bu. Ders kitaplarına, tarihe not düşülecek bir konudur. TSK açısından stratejik önemi çok büyük bir proje ve üretimdi. Ben inanıyorum ki bugün bile böyle bir yerli üretim olanak ve teknolojisine sahip fabrika pek yoktur. O tarihte vites kutusu hataları, orada kurduğumuz deney setiyle tespit edilebiliyor ve böylece tüm vites kutusu hatalı diye çöpe atılmıyordu. Her ihtiyaç ya fabrikada üretildi veya iç piyasadan temin edildi. Üretilen araçların maliyeti, ithal edilenlerin maliyetinin çok altındaydı.”
İRADE MESELESİ
“Yurtdışına, ithalata harcanan paranın çok daha az bir bölümü bu projenin yürütülmesine ve geliştirilmesine harcansaydı bugün dünya markası jiplerimiz olurdu” diyen Prof. Rahmi Güçlü şöyle konuşuyor: “Böyle bir kabiliyet var, böyle bir başarı yakalanmış. Memleketi, ulusal çıkarları düşünen komutanların başlattığı bir proje… İrade meselesi… Bu araçları tatbikatlarda gören, satın almak isteyen İran, Pakistan gibi ülkeler oldu. O dönemde mevzuat elvermedi. Üretim devam etseydi, sivil ihtiyaçlara yönelik talepler de karşılanabilirdi. Üretim durduruldu ama fabrika yerinde… Parça üretiliyor, mevcut askeri araçlara lojistik destek sürüyor. Orası daha verimli hale nasıl gelir, imalat yapılabilir mi, gözden geçirmek lazım. İnsanımız çalışkandır, beyin gücümüz de var. İrade ve teşvik gerekiyor. Bu ülkenin başaramayacağı hiçbir şey yok. Tuzla Jeep Fabrikası’nda Jeep üretiminin durdurulması, ülkemize yapılan en büyük kötülüklerden biri olup soruşturulması gereken bir husustur.”
GİZLİ KALAN BAŞARI
“Ülkemizde, Tuzla’da üretilmiş askeri jiplere ilişkin başarı gizli kalmıştır. Türkiye’de yerli araba üretimi denilince, ilk akla gelen Devrim otomobilleridir. Daha sonra da, Anadol’ların kısa macerası hatırlanır. Devlet yetkililerimiz dahil birçok kişi yerli otomobil yapacak babayiğitler aramaktadır. Ne yazık ki bu araçları üretmiş babayiğitleri bilen yok” diyen Prof. Güçlü şöyle devam ediyor: “Oysa, Türkiye’de, 1988-2006 yılları arasında, YTÜ işbirliğiyle, Kara Kuvvetleri Komutanlığı 1013. Ordu Donatım Ana Tamir (Tuzla Askeri Jip) Fabrikası’nda “Tuzla 1013” markasıyla on bin’in üzerinde yerli askeri jip tasarlanmış ve seri olarak üretilmiştir. Yani bu jip projesinin yönetimi, tasarımı ve imalatı tamamen ülkemize aittir. Türkiye için övünç kaynağı olan bu başarı hikayesini, ne yazık ki Ordumuzun içerisindeki küçük bir grubun ve otomotiv sektöründeki bazı duayenlerin dışında kimse bilmemektedir. Daha da acısı, bu yerli jiplerin üretimi 2006 yılında anlaşılmaz bir şekilde durdurulmuştur. Dolayısıyla, ‘Yerli araç üretemiyoruz’ iddiaları yanlıştır.” “Bu askeri jiplerin geliştirilmesi projesinde üniversite-sanayi işbirliği kapsamında görev aldım. Bugün Türk Silahlı Kuvvetleri’nin envanterinde, 10 binden fazla yerli askeri jip ve mobil silah yer alıyor; hâlâ kullanılmakta olan bu araçları kışlalarda ya da törenlerde görebilirsiniz. Bugüne kadar bu jiplerin kamuoyu tarafından bilinmemesi, askeri bir proje olmasından kaynaklanıyor.” “Hem yerli araç olarak, hem de üzerine yerleştirilen farklı silah platformlarıyla mobil silah olarak, askeri açıdan büyük stratejik öneme sahip Tuzla jiplerinin başarısı ve kalitesi, gerçekleştirilen testlerle ve yapılan bilimsel çalışmalarla kanıtlandı. Yurtdışından ithal edilen emsal araca göre teknik açı- dan daha üstün ve çok daha ucuza mal olmasına rağmen, üretimin neden durdurulduğunun yetkili makamlarca araştırılması gerekiyor.” 15
FARKLI MODEL
Bu askeri jiplerin ve mobil silah platformlarının geliştirilmesi projelerinde, Fabrikanın komutanlarından Tuğgeneral Rumi Özyalçın, mühendislerden Albay Sabahattin Ergönenç, Bnb. Hamdi Akgül, Yzb. Tevfik Zengin, Yzb. Mevlüt Yerlikaya, Yzb. Süleyman Yangınlar, birçok subay, astsubay ve sivil personel ile YTÜ’den Prof. Necati Tahralı öncülüğünde, kendisiyle birlikte, YTÜ Rektörü Prof. Dr. İsmail Yüksek, Prof. Dr. Ahmet Topuz, Prof. İrfan Yavaşlıol ve Makina Müh. Bölümü’nden bazı öğretim elemanlarının yer aldığını ve halen hayatta olduklarını belirten Prof. Dr. Rahmi Güçlü, asker ve sivil Türk mühendislerin başarılarıyla, 15 farklı model yerli askeri aracın üretildiğini vurguluyor. Özellikle, Tuzla 1013 markalı GT Model Jip’in vites kutusuyla ilgili çalışmaların kendi doktora tezi konusu olduğunu, süspansiyon sistemiyle ilgili çalışmaların da Prof.Dr. İsmail Yüksek’in doktora tez konusu olduğunu ifade eden Güçlü, “Devrim arabasının başına gelenlerin Tuzla askeri jiplerinin de başına geldiğini ve aynı kaderin yaşandığını” belirtiyor. Tuzla Askeri Jiplerini Geliştirme Projesi’nde, motor dahil tüm parçaların Türkiye’de üretildiği, özellikle vites kutusu, arazi dişlileri, diferansiyel mekanizması, şaftları ve diğer aktarma organları, şasi, kaporta, iç ve dış tüm aksamın K.K.K. 1013. Ordu Donatım Ana Tamir Fabrikası’nda yerli olarak üretildiği belirtiliyor.
Prof. Güçlü, “3, 4 ve 5 vitesli bu araçlar, sadece komuta kontrol aracı olarak değil, savunmaya yönelik silahlı mobil araç haline dönüştürülerek, üzerine havanlar, tanksavarlar ve çeşitli tip silahlar yerleştirilerek de kullanılmıştır. Bunlarla birlikte, bu araçlara radar sistemleri ve haberleşme amaçlı sistemler de monte edilmiştir. Bu araçlar, şasileri büyütülerek, personel taşıyıcı, ambulans ve cenaze araçları olarak da tasarlanmış ve üretilmiştir. Bu tip araçlar, Ordumuzun talebine göre üretilerek hem ihtiyaç karşılanmaya, hem de yurt dışına bağımlı olmaktan kurtulmaya çalışılmıştır” diyor.
MALİYET
Prof.Dr. Rahmi Güçlü, “Yurtdışından ithal edilen araçlarla, Tuzla 1013 markası ile üretilen araçlar arasında bir karşılaştırma yapıldığında, Türkiye’de teknik özellikleri ve kabiliyetleri açısından çok daha üstün bir araç üretildiği görüldü. Bu araçların maliyeti, ithal edilen araçların maliyetinin, modeline göre, yaklaşık dörtte biri veya beşte biriydi. Büyük bir tasarruf sağlanmıştı. Bu jiplerle ilgili yapılan projelerin ve testlerin sonuçları, gerek üniversitede hazırlanan lisansüstü tezleriyle, gerekse Silahlı Kuvvetler Dergisi’nde, bilimsel konferanslarda ve basın yayın organlarında yayımlanan makale ve yazılarla belgelendi. Bu bilgi ve belgeler, Tuzla Askeri Jip Fabrikası’nda mevcuttur” diyor ve ekliyor: “Benzin konulmasının unutulduğu söylenerek yapımı durdurulan Devrim arabalarına niçin daha sonra benzin konularak çalıştırılmadığını milletçe anlayamadığımız gibi, binlerce adet üretilen Tuzla askeri jiplerinin üretiminin durdurulmuş olmasını da anlayabilmiş değiliz. Bugün farklı bir isim (K.K. Lojistik Komutanlığı 7. Bakım Merkezi Komutanlığı Fabrikası) ve işlevle çalışmakta olan bu askeri fabrikada, o günün şartlarında bir avuç azimli ve vatansever insanın her türlü riski göze alarak elde ettiği, bu içimizi burkan başarı hikayesi, tarih ve ders kitaplarına girecek ve gençlere örnek gösterilecek kadar önemlidir. Devrim Arabası’nın filmini sinemada içimizi burkarak seyretmiştik ama bu fabrikada içimizi binlerce kez burkacak ve çok sayıda film yapılabilecek gerçek hikayeler mevcuttur. Bu fabrikada var olan yüzde yüz yerli askeri araç ve mobil silah üretimi yeteneğimizi kaybederek yeniden yurtdışına bağımlı hale gelmemiz, ülkemiz adına çok büyük bir kayıptır.” Fabrikanın Milli Savunma Bakanlığı ya da Savunma Sanayi Müsteşarlığı’nca ele alınıp, Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’na devredilmesinin ya da TSK Güçlendirme Vakfı’nın TUSAŞ ve ASELSAN örneklerinde olduğu gibi, yerli sanayici ile birlikte otomotiv endüstrisine ve ekonomiye kazandırılmasının uygun olacağını belirten Prof Güçlü, “fabrikaya sahip çıkılırsa” gerekli revizyonlarla, bu araçların üretimine tekrar başlanabileceğine dikkat çekiyor. Prof.Dr. Rahmi Güçlü, “Türkiye ve TSK için stratejik açıdan da çok büyük önem arz eden Tuzla askeri jiplerinin tasarım ve üretiminin nasıl başarıldığının ve neden durdurulduğunun araştırılması gerektiğini” belirterek, “bu durumdan, Türkiye’nin savunma sanayindeki hedefleri ve geleceği adına önemli dersler çıkarılarak, aynı akıbetin, çalışmalarında yer aldıkları Sakarya Arifiye’deki Askeri Fabrika’da üretilen Fırtına Obüs gibi diğer başarılı projelerin de başına gelmemesi” temennisinde bulunuyor.

http://www.anadolu.eu/Dergi/jeep.pdf



®Fatih ÇALTI Stratejik Danışman

20 Nisan 2015 Pazartesi

Erdogan nasil bir baskanlik sistemi istiyor (iktibas)

İşte Erdoğan’ın İstediği Başkanlık Sistemi

Analiz - 20 Nisan 2015 Pazartesi 15:05

AKP’nin TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na sunduğu taslağa göre, Erdoğan’ın nasıl bir Başkanlık Sistemi beklentisi içinde olduğunu yazdı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hedefindeki başkanlık sisteminin detaylarını yazan Milliyet'ten Güngör Uras, Erdoğan ve AKP’nin istediği Başkanlık sisteminde Başbakan ve Bakanlar Kurulu'nun olmadığına, sadece başkanın olduğuna dikkat çekti.

İşte, Uras'ın yazısı:

Ayşe Hanım Teyzem ‘Başkanlığı’ Sordu

Üniv Anayasa değiştirilecek. Başkanlık sistemi gelecek... İyi de, nedir bu başkanlık sistemi denilen şey? Ayşe Hanım Teyzem, ‘Ne yararı olacak? Ülkeye ne getirecek?” diye sordu.

Bu işi en iyi anlatacak olanlar üniversitelerin anayasa kürsülerinde ders veren ‘Anayasa Profesörleri’. Ama ‘Koskoca Hocalar’dan ses yok. ‘Acaba sesi çıkmayan kaç anayasa hocası var’ diyerek YÖK’e başvurdum. Bu konuda YÖK’te de bilgi yokmuş. “70 devlet ve vakıf üniversitesinde birer hukuk fakültesi olduğuna göre 70 üniversite anayasa kürsüsü vardır. Bu fakültelerde 1.307 öğretim üyesi olduğuna göre epeyce anayasa hocası vardır” şeklinde bir yanıt aldım.

Acaba bu üniversitelerin hukuk fakültelerinin dekanları, anayasa kürsülerinin hocaları “dut mu yediler” ki, bize neyin ne olduğunu anlatmıyorlar.

İş başa düştü. Araştırdım. AKP’nin 2013 Nisan ayında TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na sunduğu taslağı buldum. Bu taslakta, Sayın Erdoğan’ın nasıl bir Başkanlık Sistemi beklentisi içinde olduğu anlatılıyor. AKP’nin TBMM’ye sunduğu taslağa dayalı olarak nasıl bir başkanlık sistemi istendiğini özetleyeceğim. Bu arada sesleri çıkmayan üniversitelerin “Koskoca” anayasa hocalarından belki bir gün bir ses çıkar.

Başkan ne yapacak?

AKP tarafından 2 yıl önce TBMM’ye sunulan taslağın Üçüncü Kısım, Devletin Temel Organizasyonu, İkinci Bölüm, Yürütme, Birinci Alt Bölüm, Başkan başlığı altında başkanlık sisteminin esasları sıralanmaktadır.

Taslağa göre, Başkan, kırk yaşını doldurmuş, yüksek öğrenim yapmış ve milletvekili seçilme yeterliliğine sahip vatandaşlar arasından, halk tarafından seçilir. Görev süresi beş yıldır. Bir kimse en fazla iki defa Başkan seçilebilir.

Son genel seçimde en az yüzde beş oranında oy almış olan siyasi partiler ile en az yüz bin vatandaş başkanlığa aday gösterebilir.

Genel oyla yapılacak seçimde, geçerli oyların salt çoğunluğunu alan aday Başkan seçilmiş olur. İlk oylamada bu çoğunluk sağlanamazsa, bu oylamayı izleyen ikinci pazar günü ikinci oylama yapılır. Bu oylamaya, ilk oylamada en çok oy almış iki aday katılır ve geçerli oyların çoğunluğunu alan aday Başkan seçilmiş olur. Başkan devletin ve yürütmenin başıdır. Yürütme yetkisi Başkan’a aittir.

Başkan, yürütmenin başı olarak genel/(iç ve dış) siyaseti yürütür.

- TBMM seçimlerinin yenilenmesine karar vermek,

- Bakanları atamak ve görevlerine son vermek,

- Başkanlık kararnamesi çıkarmak,

- Yabancı devletlere Türkiye Cumhuriyeti’nin temsilcilerini göndermek (Büyükelçileri ve konsolosları belirlemek ve atamak), Türkiye Cumhuriyeti’ne gönderilecek yabancı devlet temsilcilerini kabul etmek,

- Milletlerarası antlaşma akdetmek ve yayınlamak,

- Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Başkomutanlığı’nı temsil etmek,

- Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kullanılmasına karar vermek,

- Kamu yöneticilerini atamak ve görevlerine son vermek,

- Sıkıyönetim veya olağanüstü hal ilân etmek ve sıkıyönetim veya olağanüstü hal kararnamesi çıkarmak,

- Yükseköğretim Kurulu üyelerinin yarısını seçmek,

- Üniversite rektörlerini seçmek,

- Anayasa Mahkemesi üyelerinin yarısını, Danıştay üyelerinin yarısını, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısını ve Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelerinin yarısını seçmek. Başkanın yetki ve görevleri arasındadır.

Başbakan olmayacak

Başkan, genel siyasetin yürütülmesinde ihtiyaç duyduğu konularda Başkanlık kararnamesi çıkarabilir. Başkan, kanunların uygulanmasını sağlamak üzere ve bunlara aykırı olmamak şartıyla, yönetmelikler çıkarabilir.

Taslağın Dördüncü Alt Bölümü ile Başbakanlık makamı ve bakanlık uygulamasına son verilmektedir. Başbakanın yerini Başkan Yardımcısı almaktadır.

Başkanın oy pusulasında Başkan Yardımcısı adayı olarak yer alan kişi Başkanı seçildiği anda Başkan Yardımcılığına seçilir.

Başkan Yardımcısı milletvekilleri ile aynı hukukî statüye tâbi olur ve milletvekillerinin sorumsuzluk ve dokunulmazlığına ilişkin hükümlerden yararlanır. Başbakanlık makamı kaldırıldığı için Bakanlar Kurulu müessesesi de ortadan kalkmaktadır. Daha önceleri Başbakan tarafından atanan bakanlar Başkan’ın “Devlet Sekreterleri” statüsünü almaktadır.

(Ek bilgi: Fransa’da Yarı Başkanlık Sistemi uygulamasında Başbakan olduğu için, hükümet bakanlardan oluşuyor. Bakanlar Kurulu var. ABD’deki Tam Başkanlık Sistemi’nde başbakan yok. Bu nedenle bakanlık mevkii de yok. Başkan, bakanların görevini yapmak üzere Secretery of Treasury - Hazine Sekreteri gibi devlet sekreterleri atıyor.
Anayasa değişir, bizde de tam Başkanlık Sistemi’ne geçilirse, bakanların yerini “Devlet Sekreterleri” alacak.)

Taslağa göre, bakanların yerini alacak Devlet Sekreterleri, Başkan tarafından atanır ve görevden alınır. Devlet Sekreterleri’nin milletvekili seçilme yeterliliğine sahip olması gerekir. TBMM üyeleri ve yedek milletvekilleri, bu statüleri sona erse bile sekreter olarak atanamazlar. (Bu anlatıma göre sekreterler TBMM üyeleri dışından atanacaktır.)
Her Devlet Sekreteri, Başkan’a karşı sorumludur. Sekreterliklerin - Bakanlıkların kurulması, kaldırılması, görevleri ve yetkileri ile teşkilât yapısı, Başkanlık Kararnamesi ile düzenlenir.

Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Başkanlık seçimleri beş yılda bir aynı günde yapılır. Bunlar sistemin esasları. Başkanlık Sistemi halkımızı ilgilendiren hangi konularda iyilikler getirir? Bunları da öğrendiğimde yazacağım.



®Fatih ÇALTI Stratejik Danışman

15 Nisan 2015 Çarşamba

O ve BEN

O ve BEN

Art niyetim yoktur katıksız dostça
Ben senin gönlünü gönlünü sevdim.
Başka türlü sevmek bize yakışmaz
Ben senin gönlünü gönlünü sevdim.

Dikenine rağmen gülü dermeni
Aşktan gayrı her şeyleri yermeni
Şiire sevdanı gönül vermeni
Ben senin gönlünü; gönlünü sevdim.

Seven sevdiğine verir mi zahmet
Sen sen ol kimseye eyleme mihnet
Dürüst bir dostluksa en büyük nimet
Ben senin gönlünü gönlünü sevdim.

Ben senin sayende sevgiye doydum
Kötü duygulardan, kendimi soydum
Öptüm de ben seni başıma koydum
Ben senin gönlünü; gönlünü sevdim.

Kötülükler içimize dolmasın
Sevgimize kimse mani olmasın
Bizdeki bu dostluk, zeval bulmasın
Ben senin gönlünü gönlünü sevdim

NURAN Ölmez(Gecelerin ŞAİRİ)



®Fatih ÇALTI Stratejik Danışman

14 Nisan 2015 Salı

AİLEDE HUZUR VE ÇOCUKLARDA UYUŞTURUCU KULLANIMINA ETKİLERİ

......
bakınız size  aile saadetinin  tesisinin formülünü veren kısa bir olay anlatacağım.
1885 eylül ayı.
Genç osmanlı zabiti Yusuf ilk görüşte aşık olduğu oturdukları semtin esnaflarından Hüseyin efendinin kızı Zeynep ile evlenir.
Hüzünlü sonbahar rüzgarları önünde savrulan yapraklara inat onlar aşkın ilk baharını yaşarlar her gün.
Kış gelir geçer, bahar dahi yaza döner yüzünü.
Aynı semtte oturan ve dahi komşusu olan zabit arkadaşları hayretle bakar, imrenirler Yusuf ile eşine.
Sorduklarında cevap alamayışları ise biler onları her geçen gün iyice huzurlu yaşamın sırrına dair.
Bir dost meclisinde otururken arkadaşlarından birisi sorar yine: Ya Yusuf Allah aşkına evleneli yıl oldu ne kavganızı,ne gürültünüzü duyduk. Oysaki biz malum sebeplerden aksayan maaşlar ve yaşadığımız sıkıntılardan dolayı yeriz birbirimizi hatun ile,hemde her gün.
Nedir sizdeki bu sükutun sırrı?
Zabit Yusuf gülümser ve başlar anlatmaya: biz hanım ile anlaşma yaptık evlendiğimiz ilk gün.
Ben eve gittiğimde sinirli olursam eğer fesin püskülünü ters tarafa atarım. O beni karşıladığından bakar püskül ters tarafta alttan alır sözlerimi,ters davranışlarımı tartışma olmaz,bende sakinleşirim az sonra.
Arkadaşı gülerek sorar: ya yenge hanım sinirliyse?
Eşim de sinirliyse eteğin bir ucunu beline sokar. Bakarım eteğin peşi belinde ona göre davranır,alttan alır kavgaya mahal vermem.
Diğer bir arkadaşı heyecan ile sorar: ya senin püskül terste iken kapı açıldı ki yengenin peşi belinde ne olacak?
Yusuf gülümser.
O zaman ben bir baş hareketiyle püskülü bu yana atarım,o da yavaşça peşi alır belinden yine tartışmasız bir gün geçiririz.
Değerli dinleyiciler.
unutmamalı ki mutlukla da geçse, üzüntüyle de gün akşam oluyor ve ömürden bir gün daha geçip gidiyor sessizce.
ve insan herkes tarafından kırılıp incirilebilir,lakin sevgiliden gelen karşısında ya tuz olur,ya da buz.
Sevmek,sevilmek ve huzurun tesisi için sebepler bulmak yerine türlü bahanelerle ile bunu bozan çiftler bugün adliye koridorlarını doldurmakta. Yuvalar dağılmakta,insanlar mutsuz,huzursuz olmaktadır.
En buhranlı anlarımızda dahi sevdiklerimiz ve yuvamız teselli kaynağımız,huzur limanımız olmalıdır.
Deşarj hedefi olarak eşini ve ailesini yani bu kutsiyeti seçenler her daim kaybetmeye mahkumdurlar.
....
(2012 "ailede huzur ve çocuklarda uyuşturucu kullanımına etkileri" konulu konferans sunumundan)



®Fatih ÇALTI Stratejik Danışman

13 Nisan 2015 Pazartesi

ALGI SAVAŞINDA TAM GAZ İLERİ Cumhuriyet'ten Erdal Atabek' in yazısı

AKP'NİN SEÇİM TAKTİĞİ DEŞİFRE OLDU !
Bilinmelidir ki, önümüzdeki seçim de bir “psikolojik savaş” olarak sürdürülecektir. Seçim mücadelesinin görünmeyen yanı budur. Psikolojik savaşı kazanan seçimi de kazanır."
AKP'nin Seçim Taktiği Deşifre Oldu !

13 Nisan 2015 Pazartesi 19:44

AKP'nin yıllardır seçimlerde 'algı yönetimi'ni kullandığını ifade eden Cumhuriyet'ten Erdal Atabek, alıştırma, meşrulaştırma, örtme ve unutturma gibi yöntemlerle bu sürecin nasıl işlediğini örnekleriyle anlattı. Erdal, önümüzdeki seçimlerde de aynı bu yöntemin kullanılacağını belirtti.

İşte, Atabek'in o yazısı:

Algı Yönetimi (1)

Seçime giderken “algı yönetimi” çok büyük bir önem taşıyor. “Algı Yönetimi”, olayları, kişileri, geçmişi, geleceği zihnimizde oluştururken “olduğu gibi” değil, “istendiği gibi” oluşmasının sağlanmasıdır.

Bu konu pazarlama tekniklerinde, satış psikolojisinde, ürün markalarında, okul seçimlerinde, kısaca seçmenin rol oynadığı her yerde önem taşımaktadır.

Seçimlerde bu konunun önemi fark edilmiş, her yolla bu konuda seçmeni etkileme yöntemleri kullanılmıştır. Önümüzdeki seçimler de bu açıdan büyük önem taşımaktadır. Özellikle iktidar partisi olan AKP, yıllardır bu yöntemi başarı ile kullanmaktadır. En yaygın kullanılan yöntem “alıştırma”dır.

Alıştırma

“Alıştırma” yöntemine en çarpıcı örnek R.T. Erdoğan’ın başbakan olduğu dönemde başlayıp cumhurbaşkanı olduktan sonra da sürdürdüğü “başkanlık” önerisidir. Kendi düzenlediği ya da katıldığı her toplantıda dile getirilen “başkanlık” istemi, artık kulaklara geldiği zaman “alışılmış etki” yapmaktadır. Bu etki bir süre sonra, zihinsel tartışma gibi, zihinsel değerlendirme gibi işlemleri durdurmakta, sözleri olduğu gibi kabul etme etkisi yapmaktadır. Alıştırmanın bir diğer sonucu da kabul etme olmakta, zihinlerde kabul etme işlemi sorgulamayı ortadan kaldırmaktadır.
“Alıştırma” yöntemi “paralel yapı” olarak dillendirilen Gülen Cemaati olayında da uygulanmış, bu yolla yapılan beyin yıkama ile uzun yıllar yapılanların AKP-Cemaat işbirliği ile yapıldığı izlenimi silinmeye çalışılmıştır. Başarılı olmadığı da söylenemez.

Meşrulaştırma

“Meşrulaştırma”, insanların zihinlerinde “ne var ki bunda?” algısı yaratmakla sağlanır. Bu yöntem, 17-25 Aralık soruşturmalarının kapatılmasında kullanılmıştır. Kaydedilen telefon konuşmalarının, ayakkabı kutularında bulunan paraların, para kasalarının ortaya çıkmasından sonra yapılan açıklamalar bu amaçlıdır:
Konuşmaların montaj olduğu,
Paraların devletin olmadığı,
İmam hatip okulu yapma amaçlı olduğu,
Cami yapımında kullanılacağı,gibi açıklamalara temel olarak da bu olayın ortaya atılmasının, “paralel yapı”nın hükümet darbesi amacına yönelik olduğu savı, budur. Meşrulaştırmanın temel sloganı olarak da, “çalıyorlar ama çalışıyorlar” klişesi kullanılmakta, bu klişenin de yaygın kabul görmesine çaba harcanmaktadır.

Örtme

“Örtme”, bir yöntem olarak kamuflaj gibi, sislendirme gibi yollarla her alanda kullanılmaktadır. AKP tarafından bu yöntem, Kaçak Saray olayında etkin olarak kullanılmıştır.

Sarayın milletin malı olduğu, bu büyük millete yakıştığı, milletin alışık olduğu temaları ısrarla işlenmiştir. Bu arada “saray” da çeşitli zamanlarda halka açılmış, muhtarlarla toplantılar yapılarak, çeşitli davetlerle “halkın sarayı” izlenimi verilmeye çalışılmıştır.
“Örtme” yöntemi dört eski bakanın yolsuzluk iddialarında da kullanılmış, eski bakanın kolundaki saatin üzerinden yürütülen kampanya, bu amaçla ısrarla sürdürülmüştür.

Unutturma

Algı yönetiminin bir başka yöntemi “unutturma”dır.
Üzerinde konuşmama, konuyu kesme, hiç sözünü etmeme, sanıldığından çok daha etkili bir yöntemdir. Bellek bir süre sonra olayı zihinden siler. “Kısa bellek” iki günlük bellektir. Medya belleği ise 24 saattir. Ertesi gün başka olaylar gündemdedir ve bellek, olayı unutmuştur.

En yeni olayı anımsayalım: Bülent Arınç-Melih Gökçek tartışmasını bugün konuşan var mı? Bir ara çok konuşulan “gemi-gemicik olayı” kimin aklında yaşıyor?
Atatürk Orman Çiftliği’nde yapılan sarayın “kaçak” olduğu şimdi kaç kişinin aklında ilk günkü gibi yaşıyor?

Neden Yazıyorum?
Bilinmelidir ki, önümüzdeki seçim de bir “psikolojik savaş” olarak sürdürülecektir. Seçim mücadelesinin görünmeyen yanı budur.
Psikolojik savaşı kazanan seçimi de kazanır.



®Fatih ÇALTI Stratejik Danışman