20 Mayıs 2015 Çarşamba

Feyzullah BUDAK BAYRAK-VATAN

Pek çok kişi “Bayrak, millet demektir” şeklinde de düşünüyor olabilir ama ben bu kanaatte değilim. Benim formülüm “BAYRAK=VATAN” şeklindedir. Bunun böyle olduğunu dünyada en iyi anlaması gereken millet ise ancak Türk Milleti’dir. Çünkü bugün Türk Milleti’nin birden çok bayrağı var. Her vatan için ayrı bir bayrak; Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, KKTC, Özbekistan, Türkiye ve Türkmenistan. Bu 7 bağımsız Türk Devletinin 7 bayrağına, bunun 2 katı kadar özerk Türk Devletlerinin (Tataristan, Çuvaşistan, Başkurdistan, Altay, Tuva, Hakas, Dağıstan vb.) ve onlara dahi işgal altında olan (Kırım, Gagauzeli, Doğu Türkistan, Kerkük- Musul vb.) bazı Türk yurtlarının bayraklarını ekleyebilirsiniz.

Bunun böyle olduğunu bildiğiniz zaman Diyarbakır 2. Hava Kuvveti Komutanlığı alanında Türk Bayrağını gönderden indirenlerin bu cesareti nereden aldığını anlamanız kolaylaşır. Çünkü Türkiye’de devleti yöneten irade artık vatanın bazı bölümlerinden vazgeçtiği izlenimi veriyor ve dolayısıyla bu izlenimin yoğunlaştığı yerlerde ve zamanlarda Türk Bayrağı’na el uzatılması kolaylaşıyor. Özgür bir ülkenin iki şehrini birbirine bağlayan karayolunu 2 hafta süre ile kapatarak kimlik kontrolü yapmak suretiyle orada bir hakimiyet tesis edenlerin bu cesareti ve bu çılgın eylemin devlet tarafından günler boyu çaresizce seyredilmesi başka nasıl açıklanabilir?

Meramımızı izaha çalışırken gerçi “Türkiye’de devleti yöneten irade artık vatanın bazı bölümlerinden vazgeçtiği izlenimi veriyor” dedik ama aslında mesele “izlenim vermekten” daha kesin bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor. AKP iktidarının milli meselelere yaklaşımı yavaş yavaş işi bu acı noktaya kadar getirdi. Bu vesileyle AKP iktidarının ilk yıllarında yaşanan bir dramı yeniden gündeme getirmek ve böylelikle vatan toprağında Türk bayrağı’nı alaşağı etme noktasına gelinmesinin nerelerden başladığına bir kez daha dikkat çekmek istiyorum.

Topraklarımız işgal ediliyor

Ege Denizi’nin kuzeyindeki adalar Fatih Sultan Mehmet döneminde (1451-1481), güneyindeki adalar ise Kanuni Sultan Süleyman döneminde (1520-1566) Türk egemenliğine girmiş ve bu adalar 5 asra yakın bir süreyle tartışmasız şekilde Türk egemenliği altında kalmıştır. Osmanlı Devleti’nin yıkılması ve Kurtuluş Savaşı’nın tamamlanmasından sonra yapılan Lozan Barış Antlaşması’nın 12. Maddesi ile bu adalardan 9’u Yunanistan’a ve 12 Adalar olarak anılan adalar ile Rodos ve Meis Adaları da İtalya’ya bırakılmış, antlaşma metninde Yunanistan’a ve İtalya’ya bırakılan adaların adları tek tek sayılmıştır. (2. Dünya Savaşı’ndan sonra 10 Şubat 1947 tarihinde imzalanan Paris Barış Antlaşması’na göre İtalya 12 Ada ile Rodos ve Meis adasının egemenliğini Yunanistan’a devretmiştir) Lozan Barış Antlaşmasının 12. Maddesinde Yunanistan’a ve İtalya’ya bırakıldığı adları sayılmak suretiyle belirlenen adalar arasında Aydın Söke Akköy bölgesinin 9 deniz mili batısında bulunan Eşek Adası ile Didim’in 5.9 deniz mili güney batısında bulunan Bulamaç adalarının adları geçmemektedir.

Allah bu ülkenin TÜRKLÜĞE ya da İSLAMA (yani bunlardan sadece birisine bile) mensup insanlarına izan versin. Eğer o izan nasip olursa, ondan sonraki her şey kolay olur.
Dolayısıyla bu iki ada Türkiye Cumhuriyeti’ne bırakılmıştır. 2. Dünya Savaşı döneminde 12 Adalar önce Almanlar tarafından işgal edilmiş, Almanların adaları terk etmesinden sonra ise İngilizler tarafından işgal edilmiştir. 12 Adalar bölgesini işgal altında bulunduran İngiltere’nin 1943’te çizmiş olduğu (İngiltere’nin ve Türkiye’nin askeri arşivlerinde birer kopyası bulunan) haritada 12 Adalar mor renkli kalemle çizilmek ve sınırları da kırmızı çizgi ile diğerlerinden ayrılmak suretiyle belirtilmiş, bunların dışında kalan ve Aydın Söke Akköy bölgesinin 9 deniz mili batısında bulunan Eşek Adası (Yunancadaki adı Agathonisi) ile Didim’in 5.9 deniz mili güney batısında bulunan Bulamaç adalarının (Yunancadaki adı Gaidoro) Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenliği altında olduğu bir kere daha tescillenmiştir. Akköy ve Didim halkı AKP iktidarından önceki dönemlerde Bulamaç ve Eşek adalarına sandallarla giderek bu adalarda piknik yaptıklarını ve denize girdiklerini anlatıyor.

Bunu anlatan insanlar halen sağ ve o bölgede yaşıyorlar. Ancak Türkiye’de AKP iktidarının başlamasından sonra Yunanistan önce bu adalara bazı turistik seferler düzenliyor. Türkiye’den ses çıkmadığı görülünce bu adalarda derme çatma kulübelerle sivil iskanlar oluşturuluyor. Yine bir tepki görmeyince bu derme çatma kulübeler kalıcı villalara dönüştürülüyor ve adalara bazı askeri tesislerle sonunda birer kilise inşa ediliyor. 5 asırlık vatan toprağı olan bu 2 adanın resmen işgal edilmesi sürecinde her nasıl oluyorsa (artık siyasi irade orduya baskı mı yapıyor ya da ordu siyasi iradenin siyaset tercihini görerek resen tavırsız mı kalıyor) Türkiye’den hiçbir ses çıkmıyor ve 2002 yılına kadar Akköylü ve Didimli yurttaşlarımızın sandallarla giderek piknik yaptığı Bulamaç ve Eşek adaları birer Yunan adası haline geliyor ve bugün Türkiye’den oraya sandallarla gidenlerden pasaport isteniyor.

2011 Genel Seçimlerinde DP Genel Başkanı Sayın Namık Kemal Zeybek bu acı gerçeği Türkiye’ye duyurmak için Didim’de bir miting yaptı. Ama bu mitingin yapıldığı gün boyunca hiç bir büyük TV kanalı bu mitingi haber olarak bile vermezken, anlı şanlı TV kanallarımız ekranlarını dikine 3 parçaya bölerek her birinde Tayyip Erdoğan, Kemal Kılıçdaroğlu ve Devlet Bahçeli’nin sadece ve sadece bir birlerine hakaretler yağdırdığı mitingleri saatler boyu verdiler. Şimdi bu bilgilerden sonra hâlâ Diyarbakır 2. Hava Kuvveti Komutanlığı alanındaki Türk Bayrağının alaşağı edilmesine şaşıyor musunuz?

Hiç Şaşmayın! Türk Devletini yöneten iradenin Türklük kavramını bunca aşağılamasından ve oy uğruna vatan toprağından bile taviz verileceğinin bunca ilanından sonra bu zulmü yaşamamız mukadderdi! Allah bu ülkenin TÜRKLÜĞE ya da İSLAM’A (yani bunlardan sadece birisine bile) mensup insanlarına izan versin. Eğer o izan nasip olursa, ondan sonraki her şey kolay olur.

Feyzullah BUDAK



®Fatih ÇALTI Stratejik Danışman

5 Mayıs 2015 Salı

Dun DEVRİM,yakin zamanda T 1013 jeep,Hazey Türk, Ostim, yarın muamma

Dun DEVRİM arabalarına yapılan engelleme zihniyeti yakın zamanda T 1013  e yapılırken sustunuz.
Şimdi yerli otomobil türlüsüne alkış tutuyorsunuz.
HAZEY TÜRK'üde denerken yerli desteğinden bahsediyordunuz.
Ostim de üretilen otomobili de.
Ne oldu o desteğiniz???

http://www.yenidenergenekon.com/392-tuzla-jeep-fabrikasinin-gizemli-oykusu/


Tuzla Jeep Fabrikası’nın Gizemli Öyküsü

Yıllar sonra, 1988’de, Yıldız Teknik Üniversitesi ve Türk Silahlı Kuvvetleri ortak projesi harekete geçirildi. Tuzla’da, “Askeri Jeep (jip) Üretimi”… Ve Tuzla Jeep Fabrikası, 1990’da seri üretime geçti. 15 yıldan fazla sürede, yerli 13 bin kadar askeri jip üretti, çeşit çeşit; her ihtiyacı karşılayan… Sonra, 2006’da, üretim durduruldu, hiçbir açıklama yapılmadan!.. “İhtiyaç yok” denildi. Artık ihtiyaçlar daha pahalıya gelen ithal araçlarla gideriliyor… Tuzla üretimi askeri araçlar halen TSK’da kullanılıyor. Bu üretimlerin ayrıntıları, “askeri proje” olması nedeniyle saydamlıktan uzak tutuldu. Üretimin neden durdurulduğunu değil kamuoyu ve basın; projede görev alan askeri ve sivil uzmanlar dahi anlayamadı, açıklayamadı. Tuzla’da Jeep’lerin üretildiği fabrika, 1954 yılında, “Türk Willys Overland” adıyla kurulmuştu. Türkiye’nin ilk otomotiv fabrikası sayılan bu yerde, ABD’den getirilen parçalar yerli parçalarla montajlanarak sivil ve askerî amaçlı Jeep, kamyonet üretiliyordu. Fabrika daha sonra Türk Silahlı Kuvvetleri’ne devredildi. 1986 yılından itibaren ‘T Model’ adıyla jiplerin yerlileştirilmesi çalışmalarına geçildi. 1990’lı yıllarda da yüzde yüz yerli GT ve GTD Model olarak askerî jip üretimine başlandı. Araçlara ait marka tescili, 1995’te Türk Patent Enstitüsü tarafından ‘Tuzla 1013’ adı ve ‘T’ logosuyla yapıldı. Ayrıca, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı Sanayi Genel Müdürlüğü’nden araç tip onay belgeleri alınarak, ihracat için gerekli şartlar elde edildi.
NE OLDU ? NEDEN OLDU?
“Tuzla Jeep Fabrikası’nda üretime neden son verildi?” sorusunu, bu işin içinde olan kime sorarsak soralım, yüzlerinde anlamlı, hüzünlü bir ifade gördük. Yanıt hep aynı: “Bilmiyorum. Anlamadım.” Ama sanki biliyorlar, anlıyorlar da söyleyemiyorlar gibi… Bu konuda, en açık konuşan ve bilgilendiren isim, Yıldız Teknik Üniversitesi Makine Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Rahmi Güçlü. Kendisi, Tuzla Fabrikası’nda yerli jip üreten ekibin içinde yıllarca görev üstlenmiş bir mühendis ve akademisyen… “Neler oldu? Neden oldu? Tuzla Jeep Fabrikası’nın yerli üretimi neden durduruldu?” sorusuna yanıt verirken, “Bu konuyu yetkililer de bilmiyor. Yanıtı ancak üst düzey makam ve yetkililer verebilir, onlara sormak lazım. Ordu’nun bir konsept değişikliği yapacağı, imalat sektöründen çıkacağı, farklı bir konsepte gireceği şeklinde bir düşünce ifade ediliyordu. Bu fabrikada üretimin durdurulacağı, hatta fabrikanın kapatılacağı zaten sürekli konuşulan bir şeydi. Birileri bu işten memnunken, birileri de rahatsız olmuş olabilir” diyerek söze başlayan Prof. Güçlü şöyle devam ediyor: “İmalat kolay iş değil. Yatırım, risk gerektirir. Herkes bunu göze alamıyor. Çoğu sanayici bundan kaçınıyor, ithalat kolaya geliyor. TSK da bugün ithal ediyor… Bizim yapmaya, gerçekleştirmeye çalıştığımız; yerli olarak ürettiğimiz ama her seferinde içeriden ve dışarıdan önümüzün kesildiği onlarca proje var. Devrim arabaları bir örnek… Benzin unutuldu diye proje iptal edilir mi? Buna kim inanır? Türkiye uçak yapıp Hollanda’ya ihraç ettiği zaman da proje durduruldu. Dış güçler engel oluyor ama tabii içerden de onlara destek olanlar çıkıyor.”
“Tuzla Fabrikası, Türkiye’nin yerli malı ilk seri üretim otomotiv fabrikasıdır. Burada 4 x 4 yerli askeri arazi araçları üretildi, 15 farklı model… Komutan aracı, personel aracı, mobil silah araçları, ambülans… Ben kesin cümlelerle şunu ifade edeyim: Bu projede geldiğimiz noktada ürettiğimiz araçlar, teknolojik açıdan, yurtdışından ithal edilen araçlardan çok daha üstündü. İthal taşıtların tırmanamadığı eğime bizimkiler tırmanır…”
SORUŞTURMA İHTİYACI
Türkiye’nin ilk ulusal yer gözlem uydusu Göktürk-2 projesinde de yer alan Prof. Dr. Rahmi Güçlü, 2006 sürecini “üzücü bir nokta” olarak nitelendirirken ve “Yetkililer tarafından araştırılması, niye böyle olduğunun soruşturulması, sorgulanması gerekir” derken, mevcut sistem ve altyapının farklı bir açıdan ele alınabileceği, üretime tekrar başlanabileceği mesajını veriyor: “Bugün milli uydumuz Göktürk-2’nin üretilmesi ne kadar önemliyse, 1990’lı yıllarda yerli bir askeri araç tasarlamak ve üretmek de o kadar önemliydi, bugün de halen çok önemli. Bu projenin kahramanları var: Ben o zamanlar Yıldız Teknik Üniversitesi Araştırma Görevlisi olarak ekipteydim. Bir avuç Türk mühendisin ve komutanın örnek gösterilecek başarısıdır bu. Ders kitaplarına, tarihe not düşülecek bir konudur. TSK açısından stratejik önemi çok büyük bir proje ve üretimdi. Ben inanıyorum ki bugün bile böyle bir yerli üretim olanak ve teknolojisine sahip fabrika pek yoktur. O tarihte vites kutusu hataları, orada kurduğumuz deney setiyle tespit edilebiliyor ve böylece tüm vites kutusu hatalı diye çöpe atılmıyordu. Her ihtiyaç ya fabrikada üretildi veya iç piyasadan temin edildi. Üretilen araçların maliyeti, ithal edilenlerin maliyetinin çok altındaydı.”
İRADE MESELESİ
“Yurtdışına, ithalata harcanan paranın çok daha az bir bölümü bu projenin yürütülmesine ve geliştirilmesine harcansaydı bugün dünya markası jiplerimiz olurdu” diyen Prof. Rahmi Güçlü şöyle konuşuyor: “Böyle bir kabiliyet var, böyle bir başarı yakalanmış. Memleketi, ulusal çıkarları düşünen komutanların başlattığı bir proje… İrade meselesi… Bu araçları tatbikatlarda gören, satın almak isteyen İran, Pakistan gibi ülkeler oldu. O dönemde mevzuat elvermedi. Üretim devam etseydi, sivil ihtiyaçlara yönelik talepler de karşılanabilirdi. Üretim durduruldu ama fabrika yerinde… Parça üretiliyor, mevcut askeri araçlara lojistik destek sürüyor. Orası daha verimli hale nasıl gelir, imalat yapılabilir mi, gözden geçirmek lazım. İnsanımız çalışkandır, beyin gücümüz de var. İrade ve teşvik gerekiyor. Bu ülkenin başaramayacağı hiçbir şey yok. Tuzla Jeep Fabrikası’nda Jeep üretiminin durdurulması, ülkemize yapılan en büyük kötülüklerden biri olup soruşturulması gereken bir husustur.”
GİZLİ KALAN BAŞARI
“Ülkemizde, Tuzla’da üretilmiş askeri jiplere ilişkin başarı gizli kalmıştır. Türkiye’de yerli araba üretimi denilince, ilk akla gelen Devrim otomobilleridir. Daha sonra da, Anadol’ların kısa macerası hatırlanır. Devlet yetkililerimiz dahil birçok kişi yerli otomobil yapacak babayiğitler aramaktadır. Ne yazık ki bu araçları üretmiş babayiğitleri bilen yok” diyen Prof. Güçlü şöyle devam ediyor: “Oysa, Türkiye’de, 1988-2006 yılları arasında, YTÜ işbirliğiyle, Kara Kuvvetleri Komutanlığı 1013. Ordu Donatım Ana Tamir (Tuzla Askeri Jip) Fabrikası’nda “Tuzla 1013” markasıyla on bin’in üzerinde yerli askeri jip tasarlanmış ve seri olarak üretilmiştir. Yani bu jip projesinin yönetimi, tasarımı ve imalatı tamamen ülkemize aittir. Türkiye için övünç kaynağı olan bu başarı hikayesini, ne yazık ki Ordumuzun içerisindeki küçük bir grubun ve otomotiv sektöründeki bazı duayenlerin dışında kimse bilmemektedir. Daha da acısı, bu yerli jiplerin üretimi 2006 yılında anlaşılmaz bir şekilde durdurulmuştur. Dolayısıyla, ‘Yerli araç üretemiyoruz’ iddiaları yanlıştır.” “Bu askeri jiplerin geliştirilmesi projesinde üniversite-sanayi işbirliği kapsamında görev aldım. Bugün Türk Silahlı Kuvvetleri’nin envanterinde, 10 binden fazla yerli askeri jip ve mobil silah yer alıyor; hâlâ kullanılmakta olan bu araçları kışlalarda ya da törenlerde görebilirsiniz. Bugüne kadar bu jiplerin kamuoyu tarafından bilinmemesi, askeri bir proje olmasından kaynaklanıyor.” “Hem yerli araç olarak, hem de üzerine yerleştirilen farklı silah platformlarıyla mobil silah olarak, askeri açıdan büyük stratejik öneme sahip Tuzla jiplerinin başarısı ve kalitesi, gerçekleştirilen testlerle ve yapılan bilimsel çalışmalarla kanıtlandı. Yurtdışından ithal edilen emsal araca göre teknik açı- dan daha üstün ve çok daha ucuza mal olmasına rağmen, üretimin neden durdurulduğunun yetkili makamlarca araştırılması gerekiyor.” 15
FARKLI MODEL
Bu askeri jiplerin ve mobil silah platformlarının geliştirilmesi projelerinde, Fabrikanın komutanlarından Tuğgeneral Rumi Özyalçın, mühendislerden Albay Sabahattin Ergönenç, Bnb. Hamdi Akgül, Yzb. Tevfik Zengin, Yzb. Mevlüt Yerlikaya, Yzb. Süleyman Yangınlar, birçok subay, astsubay ve sivil personel ile YTÜ’den Prof. Necati Tahralı öncülüğünde, kendisiyle birlikte, YTÜ Rektörü Prof. Dr. İsmail Yüksek, Prof. Dr. Ahmet Topuz, Prof. İrfan Yavaşlıol ve Makina Müh. Bölümü’nden bazı öğretim elemanlarının yer aldığını ve halen hayatta olduklarını belirten Prof. Dr. Rahmi Güçlü, asker ve sivil Türk mühendislerin başarılarıyla, 15 farklı model yerli askeri aracın üretildiğini vurguluyor. Özellikle, Tuzla 1013 markalı GT Model Jip’in vites kutusuyla ilgili çalışmaların kendi doktora tezi konusu olduğunu, süspansiyon sistemiyle ilgili çalışmaların da Prof.Dr. İsmail Yüksek’in doktora tez konusu olduğunu ifade eden Güçlü, “Devrim arabasının başına gelenlerin Tuzla askeri jiplerinin de başına geldiğini ve aynı kaderin yaşandığını” belirtiyor. Tuzla Askeri Jiplerini Geliştirme Projesi’nde, motor dahil tüm parçaların Türkiye’de üretildiği, özellikle vites kutusu, arazi dişlileri, diferansiyel mekanizması, şaftları ve diğer aktarma organları, şasi, kaporta, iç ve dış tüm aksamın K.K.K. 1013. Ordu Donatım Ana Tamir Fabrikası’nda yerli olarak üretildiği belirtiliyor.
Prof. Güçlü, “3, 4 ve 5 vitesli bu araçlar, sadece komuta kontrol aracı olarak değil, savunmaya yönelik silahlı mobil araç haline dönüştürülerek, üzerine havanlar, tanksavarlar ve çeşitli tip silahlar yerleştirilerek de kullanılmıştır. Bunlarla birlikte, bu araçlara radar sistemleri ve haberleşme amaçlı sistemler de monte edilmiştir. Bu araçlar, şasileri büyütülerek, personel taşıyıcı, ambulans ve cenaze araçları olarak da tasarlanmış ve üretilmiştir. Bu tip araçlar, Ordumuzun talebine göre üretilerek hem ihtiyaç karşılanmaya, hem de yurt dışına bağımlı olmaktan kurtulmaya çalışılmıştır” diyor.
MALİYET
Prof.Dr. Rahmi Güçlü, “Yurtdışından ithal edilen araçlarla, Tuzla 1013 markası ile üretilen araçlar arasında bir karşılaştırma yapıldığında, Türkiye’de teknik özellikleri ve kabiliyetleri açısından çok daha üstün bir araç üretildiği görüldü. Bu araçların maliyeti, ithal edilen araçların maliyetinin, modeline göre, yaklaşık dörtte biri veya beşte biriydi. Büyük bir tasarruf sağlanmıştı. Bu jiplerle ilgili yapılan projelerin ve testlerin sonuçları, gerek üniversitede hazırlanan lisansüstü tezleriyle, gerekse Silahlı Kuvvetler Dergisi’nde, bilimsel konferanslarda ve basın yayın organlarında yayımlanan makale ve yazılarla belgelendi. Bu bilgi ve belgeler, Tuzla Askeri Jip Fabrikası’nda mevcuttur” diyor ve ekliyor: “Benzin konulmasının unutulduğu söylenerek yapımı durdurulan Devrim arabalarına niçin daha sonra benzin konularak çalıştırılmadığını milletçe anlayamadığımız gibi, binlerce adet üretilen Tuzla askeri jiplerinin üretiminin durdurulmuş olmasını da anlayabilmiş değiliz. Bugün farklı bir isim (K.K. Lojistik Komutanlığı 7. Bakım Merkezi Komutanlığı Fabrikası) ve işlevle çalışmakta olan bu askeri fabrikada, o günün şartlarında bir avuç azimli ve vatansever insanın her türlü riski göze alarak elde ettiği, bu içimizi burkan başarı hikayesi, tarih ve ders kitaplarına girecek ve gençlere örnek gösterilecek kadar önemlidir. Devrim Arabası’nın filmini sinemada içimizi burkarak seyretmiştik ama bu fabrikada içimizi binlerce kez burkacak ve çok sayıda film yapılabilecek gerçek hikayeler mevcuttur. Bu fabrikada var olan yüzde yüz yerli askeri araç ve mobil silah üretimi yeteneğimizi kaybederek yeniden yurtdışına bağımlı hale gelmemiz, ülkemiz adına çok büyük bir kayıptır.” Fabrikanın Milli Savunma Bakanlığı ya da Savunma Sanayi Müsteşarlığı’nca ele alınıp, Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’na devredilmesinin ya da TSK Güçlendirme Vakfı’nın TUSAŞ ve ASELSAN örneklerinde olduğu gibi, yerli sanayici ile birlikte otomotiv endüstrisine ve ekonomiye kazandırılmasının uygun olacağını belirten Prof Güçlü, “fabrikaya sahip çıkılırsa” gerekli revizyonlarla, bu araçların üretimine tekrar başlanabileceğine dikkat çekiyor. Prof.Dr. Rahmi Güçlü, “Türkiye ve TSK için stratejik açıdan da çok büyük önem arz eden Tuzla askeri jiplerinin tasarım ve üretiminin nasıl başarıldığının ve neden durdurulduğunun araştırılması gerektiğini” belirterek, “bu durumdan, Türkiye’nin savunma sanayindeki hedefleri ve geleceği adına önemli dersler çıkarılarak, aynı akıbetin, çalışmalarında yer aldıkları Sakarya Arifiye’deki Askeri Fabrika’da üretilen Fırtına Obüs gibi diğer başarılı projelerin de başına gelmemesi” temennisinde bulunuyor.

http://www.anadolu.eu/Dergi/jeep.pdf



®Fatih ÇALTI Stratejik Danışman

20 Nisan 2015 Pazartesi

Erdogan nasil bir baskanlik sistemi istiyor (iktibas)

İşte Erdoğan’ın İstediği Başkanlık Sistemi

Analiz - 20 Nisan 2015 Pazartesi 15:05

AKP’nin TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na sunduğu taslağa göre, Erdoğan’ın nasıl bir Başkanlık Sistemi beklentisi içinde olduğunu yazdı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hedefindeki başkanlık sisteminin detaylarını yazan Milliyet'ten Güngör Uras, Erdoğan ve AKP’nin istediği Başkanlık sisteminde Başbakan ve Bakanlar Kurulu'nun olmadığına, sadece başkanın olduğuna dikkat çekti.

İşte, Uras'ın yazısı:

Ayşe Hanım Teyzem ‘Başkanlığı’ Sordu

Üniv Anayasa değiştirilecek. Başkanlık sistemi gelecek... İyi de, nedir bu başkanlık sistemi denilen şey? Ayşe Hanım Teyzem, ‘Ne yararı olacak? Ülkeye ne getirecek?” diye sordu.

Bu işi en iyi anlatacak olanlar üniversitelerin anayasa kürsülerinde ders veren ‘Anayasa Profesörleri’. Ama ‘Koskoca Hocalar’dan ses yok. ‘Acaba sesi çıkmayan kaç anayasa hocası var’ diyerek YÖK’e başvurdum. Bu konuda YÖK’te de bilgi yokmuş. “70 devlet ve vakıf üniversitesinde birer hukuk fakültesi olduğuna göre 70 üniversite anayasa kürsüsü vardır. Bu fakültelerde 1.307 öğretim üyesi olduğuna göre epeyce anayasa hocası vardır” şeklinde bir yanıt aldım.

Acaba bu üniversitelerin hukuk fakültelerinin dekanları, anayasa kürsülerinin hocaları “dut mu yediler” ki, bize neyin ne olduğunu anlatmıyorlar.

İş başa düştü. Araştırdım. AKP’nin 2013 Nisan ayında TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na sunduğu taslağı buldum. Bu taslakta, Sayın Erdoğan’ın nasıl bir Başkanlık Sistemi beklentisi içinde olduğu anlatılıyor. AKP’nin TBMM’ye sunduğu taslağa dayalı olarak nasıl bir başkanlık sistemi istendiğini özetleyeceğim. Bu arada sesleri çıkmayan üniversitelerin “Koskoca” anayasa hocalarından belki bir gün bir ses çıkar.

Başkan ne yapacak?

AKP tarafından 2 yıl önce TBMM’ye sunulan taslağın Üçüncü Kısım, Devletin Temel Organizasyonu, İkinci Bölüm, Yürütme, Birinci Alt Bölüm, Başkan başlığı altında başkanlık sisteminin esasları sıralanmaktadır.

Taslağa göre, Başkan, kırk yaşını doldurmuş, yüksek öğrenim yapmış ve milletvekili seçilme yeterliliğine sahip vatandaşlar arasından, halk tarafından seçilir. Görev süresi beş yıldır. Bir kimse en fazla iki defa Başkan seçilebilir.

Son genel seçimde en az yüzde beş oranında oy almış olan siyasi partiler ile en az yüz bin vatandaş başkanlığa aday gösterebilir.

Genel oyla yapılacak seçimde, geçerli oyların salt çoğunluğunu alan aday Başkan seçilmiş olur. İlk oylamada bu çoğunluk sağlanamazsa, bu oylamayı izleyen ikinci pazar günü ikinci oylama yapılır. Bu oylamaya, ilk oylamada en çok oy almış iki aday katılır ve geçerli oyların çoğunluğunu alan aday Başkan seçilmiş olur. Başkan devletin ve yürütmenin başıdır. Yürütme yetkisi Başkan’a aittir.

Başkan, yürütmenin başı olarak genel/(iç ve dış) siyaseti yürütür.

- TBMM seçimlerinin yenilenmesine karar vermek,

- Bakanları atamak ve görevlerine son vermek,

- Başkanlık kararnamesi çıkarmak,

- Yabancı devletlere Türkiye Cumhuriyeti’nin temsilcilerini göndermek (Büyükelçileri ve konsolosları belirlemek ve atamak), Türkiye Cumhuriyeti’ne gönderilecek yabancı devlet temsilcilerini kabul etmek,

- Milletlerarası antlaşma akdetmek ve yayınlamak,

- Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Başkomutanlığı’nı temsil etmek,

- Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kullanılmasına karar vermek,

- Kamu yöneticilerini atamak ve görevlerine son vermek,

- Sıkıyönetim veya olağanüstü hal ilân etmek ve sıkıyönetim veya olağanüstü hal kararnamesi çıkarmak,

- Yükseköğretim Kurulu üyelerinin yarısını seçmek,

- Üniversite rektörlerini seçmek,

- Anayasa Mahkemesi üyelerinin yarısını, Danıştay üyelerinin yarısını, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısını ve Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelerinin yarısını seçmek. Başkanın yetki ve görevleri arasındadır.

Başbakan olmayacak

Başkan, genel siyasetin yürütülmesinde ihtiyaç duyduğu konularda Başkanlık kararnamesi çıkarabilir. Başkan, kanunların uygulanmasını sağlamak üzere ve bunlara aykırı olmamak şartıyla, yönetmelikler çıkarabilir.

Taslağın Dördüncü Alt Bölümü ile Başbakanlık makamı ve bakanlık uygulamasına son verilmektedir. Başbakanın yerini Başkan Yardımcısı almaktadır.

Başkanın oy pusulasında Başkan Yardımcısı adayı olarak yer alan kişi Başkanı seçildiği anda Başkan Yardımcılığına seçilir.

Başkan Yardımcısı milletvekilleri ile aynı hukukî statüye tâbi olur ve milletvekillerinin sorumsuzluk ve dokunulmazlığına ilişkin hükümlerden yararlanır. Başbakanlık makamı kaldırıldığı için Bakanlar Kurulu müessesesi de ortadan kalkmaktadır. Daha önceleri Başbakan tarafından atanan bakanlar Başkan’ın “Devlet Sekreterleri” statüsünü almaktadır.

(Ek bilgi: Fransa’da Yarı Başkanlık Sistemi uygulamasında Başbakan olduğu için, hükümet bakanlardan oluşuyor. Bakanlar Kurulu var. ABD’deki Tam Başkanlık Sistemi’nde başbakan yok. Bu nedenle bakanlık mevkii de yok. Başkan, bakanların görevini yapmak üzere Secretery of Treasury - Hazine Sekreteri gibi devlet sekreterleri atıyor.
Anayasa değişir, bizde de tam Başkanlık Sistemi’ne geçilirse, bakanların yerini “Devlet Sekreterleri” alacak.)

Taslağa göre, bakanların yerini alacak Devlet Sekreterleri, Başkan tarafından atanır ve görevden alınır. Devlet Sekreterleri’nin milletvekili seçilme yeterliliğine sahip olması gerekir. TBMM üyeleri ve yedek milletvekilleri, bu statüleri sona erse bile sekreter olarak atanamazlar. (Bu anlatıma göre sekreterler TBMM üyeleri dışından atanacaktır.)
Her Devlet Sekreteri, Başkan’a karşı sorumludur. Sekreterliklerin - Bakanlıkların kurulması, kaldırılması, görevleri ve yetkileri ile teşkilât yapısı, Başkanlık Kararnamesi ile düzenlenir.

Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Başkanlık seçimleri beş yılda bir aynı günde yapılır. Bunlar sistemin esasları. Başkanlık Sistemi halkımızı ilgilendiren hangi konularda iyilikler getirir? Bunları da öğrendiğimde yazacağım.



®Fatih ÇALTI Stratejik Danışman

15 Nisan 2015 Çarşamba

O ve BEN

O ve BEN

Art niyetim yoktur katıksız dostça
Ben senin gönlünü gönlünü sevdim.
Başka türlü sevmek bize yakışmaz
Ben senin gönlünü gönlünü sevdim.

Dikenine rağmen gülü dermeni
Aşktan gayrı her şeyleri yermeni
Şiire sevdanı gönül vermeni
Ben senin gönlünü; gönlünü sevdim.

Seven sevdiğine verir mi zahmet
Sen sen ol kimseye eyleme mihnet
Dürüst bir dostluksa en büyük nimet
Ben senin gönlünü gönlünü sevdim.

Ben senin sayende sevgiye doydum
Kötü duygulardan, kendimi soydum
Öptüm de ben seni başıma koydum
Ben senin gönlünü; gönlünü sevdim.

Kötülükler içimize dolmasın
Sevgimize kimse mani olmasın
Bizdeki bu dostluk, zeval bulmasın
Ben senin gönlünü gönlünü sevdim

NURAN Ölmez(Gecelerin ŞAİRİ)



®Fatih ÇALTI Stratejik Danışman

14 Nisan 2015 Salı

AİLEDE HUZUR VE ÇOCUKLARDA UYUŞTURUCU KULLANIMINA ETKİLERİ

......
bakınız size  aile saadetinin  tesisinin formülünü veren kısa bir olay anlatacağım.
1885 eylül ayı.
Genç osmanlı zabiti Yusuf ilk görüşte aşık olduğu oturdukları semtin esnaflarından Hüseyin efendinin kızı Zeynep ile evlenir.
Hüzünlü sonbahar rüzgarları önünde savrulan yapraklara inat onlar aşkın ilk baharını yaşarlar her gün.
Kış gelir geçer, bahar dahi yaza döner yüzünü.
Aynı semtte oturan ve dahi komşusu olan zabit arkadaşları hayretle bakar, imrenirler Yusuf ile eşine.
Sorduklarında cevap alamayışları ise biler onları her geçen gün iyice huzurlu yaşamın sırrına dair.
Bir dost meclisinde otururken arkadaşlarından birisi sorar yine: Ya Yusuf Allah aşkına evleneli yıl oldu ne kavganızı,ne gürültünüzü duyduk. Oysaki biz malum sebeplerden aksayan maaşlar ve yaşadığımız sıkıntılardan dolayı yeriz birbirimizi hatun ile,hemde her gün.
Nedir sizdeki bu sükutun sırrı?
Zabit Yusuf gülümser ve başlar anlatmaya: biz hanım ile anlaşma yaptık evlendiğimiz ilk gün.
Ben eve gittiğimde sinirli olursam eğer fesin püskülünü ters tarafa atarım. O beni karşıladığından bakar püskül ters tarafta alttan alır sözlerimi,ters davranışlarımı tartışma olmaz,bende sakinleşirim az sonra.
Arkadaşı gülerek sorar: ya yenge hanım sinirliyse?
Eşim de sinirliyse eteğin bir ucunu beline sokar. Bakarım eteğin peşi belinde ona göre davranır,alttan alır kavgaya mahal vermem.
Diğer bir arkadaşı heyecan ile sorar: ya senin püskül terste iken kapı açıldı ki yengenin peşi belinde ne olacak?
Yusuf gülümser.
O zaman ben bir baş hareketiyle püskülü bu yana atarım,o da yavaşça peşi alır belinden yine tartışmasız bir gün geçiririz.
Değerli dinleyiciler.
unutmamalı ki mutlukla da geçse, üzüntüyle de gün akşam oluyor ve ömürden bir gün daha geçip gidiyor sessizce.
ve insan herkes tarafından kırılıp incirilebilir,lakin sevgiliden gelen karşısında ya tuz olur,ya da buz.
Sevmek,sevilmek ve huzurun tesisi için sebepler bulmak yerine türlü bahanelerle ile bunu bozan çiftler bugün adliye koridorlarını doldurmakta. Yuvalar dağılmakta,insanlar mutsuz,huzursuz olmaktadır.
En buhranlı anlarımızda dahi sevdiklerimiz ve yuvamız teselli kaynağımız,huzur limanımız olmalıdır.
Deşarj hedefi olarak eşini ve ailesini yani bu kutsiyeti seçenler her daim kaybetmeye mahkumdurlar.
....
(2012 "ailede huzur ve çocuklarda uyuşturucu kullanımına etkileri" konulu konferans sunumundan)



®Fatih ÇALTI Stratejik Danışman

13 Nisan 2015 Pazartesi

ALGI SAVAŞINDA TAM GAZ İLERİ Cumhuriyet'ten Erdal Atabek' in yazısı

AKP'NİN SEÇİM TAKTİĞİ DEŞİFRE OLDU !
Bilinmelidir ki, önümüzdeki seçim de bir “psikolojik savaş” olarak sürdürülecektir. Seçim mücadelesinin görünmeyen yanı budur. Psikolojik savaşı kazanan seçimi de kazanır."
AKP'nin Seçim Taktiği Deşifre Oldu !

13 Nisan 2015 Pazartesi 19:44

AKP'nin yıllardır seçimlerde 'algı yönetimi'ni kullandığını ifade eden Cumhuriyet'ten Erdal Atabek, alıştırma, meşrulaştırma, örtme ve unutturma gibi yöntemlerle bu sürecin nasıl işlediğini örnekleriyle anlattı. Erdal, önümüzdeki seçimlerde de aynı bu yöntemin kullanılacağını belirtti.

İşte, Atabek'in o yazısı:

Algı Yönetimi (1)

Seçime giderken “algı yönetimi” çok büyük bir önem taşıyor. “Algı Yönetimi”, olayları, kişileri, geçmişi, geleceği zihnimizde oluştururken “olduğu gibi” değil, “istendiği gibi” oluşmasının sağlanmasıdır.

Bu konu pazarlama tekniklerinde, satış psikolojisinde, ürün markalarında, okul seçimlerinde, kısaca seçmenin rol oynadığı her yerde önem taşımaktadır.

Seçimlerde bu konunun önemi fark edilmiş, her yolla bu konuda seçmeni etkileme yöntemleri kullanılmıştır. Önümüzdeki seçimler de bu açıdan büyük önem taşımaktadır. Özellikle iktidar partisi olan AKP, yıllardır bu yöntemi başarı ile kullanmaktadır. En yaygın kullanılan yöntem “alıştırma”dır.

Alıştırma

“Alıştırma” yöntemine en çarpıcı örnek R.T. Erdoğan’ın başbakan olduğu dönemde başlayıp cumhurbaşkanı olduktan sonra da sürdürdüğü “başkanlık” önerisidir. Kendi düzenlediği ya da katıldığı her toplantıda dile getirilen “başkanlık” istemi, artık kulaklara geldiği zaman “alışılmış etki” yapmaktadır. Bu etki bir süre sonra, zihinsel tartışma gibi, zihinsel değerlendirme gibi işlemleri durdurmakta, sözleri olduğu gibi kabul etme etkisi yapmaktadır. Alıştırmanın bir diğer sonucu da kabul etme olmakta, zihinlerde kabul etme işlemi sorgulamayı ortadan kaldırmaktadır.
“Alıştırma” yöntemi “paralel yapı” olarak dillendirilen Gülen Cemaati olayında da uygulanmış, bu yolla yapılan beyin yıkama ile uzun yıllar yapılanların AKP-Cemaat işbirliği ile yapıldığı izlenimi silinmeye çalışılmıştır. Başarılı olmadığı da söylenemez.

Meşrulaştırma

“Meşrulaştırma”, insanların zihinlerinde “ne var ki bunda?” algısı yaratmakla sağlanır. Bu yöntem, 17-25 Aralık soruşturmalarının kapatılmasında kullanılmıştır. Kaydedilen telefon konuşmalarının, ayakkabı kutularında bulunan paraların, para kasalarının ortaya çıkmasından sonra yapılan açıklamalar bu amaçlıdır:
Konuşmaların montaj olduğu,
Paraların devletin olmadığı,
İmam hatip okulu yapma amaçlı olduğu,
Cami yapımında kullanılacağı,gibi açıklamalara temel olarak da bu olayın ortaya atılmasının, “paralel yapı”nın hükümet darbesi amacına yönelik olduğu savı, budur. Meşrulaştırmanın temel sloganı olarak da, “çalıyorlar ama çalışıyorlar” klişesi kullanılmakta, bu klişenin de yaygın kabul görmesine çaba harcanmaktadır.

Örtme

“Örtme”, bir yöntem olarak kamuflaj gibi, sislendirme gibi yollarla her alanda kullanılmaktadır. AKP tarafından bu yöntem, Kaçak Saray olayında etkin olarak kullanılmıştır.

Sarayın milletin malı olduğu, bu büyük millete yakıştığı, milletin alışık olduğu temaları ısrarla işlenmiştir. Bu arada “saray” da çeşitli zamanlarda halka açılmış, muhtarlarla toplantılar yapılarak, çeşitli davetlerle “halkın sarayı” izlenimi verilmeye çalışılmıştır.
“Örtme” yöntemi dört eski bakanın yolsuzluk iddialarında da kullanılmış, eski bakanın kolundaki saatin üzerinden yürütülen kampanya, bu amaçla ısrarla sürdürülmüştür.

Unutturma

Algı yönetiminin bir başka yöntemi “unutturma”dır.
Üzerinde konuşmama, konuyu kesme, hiç sözünü etmeme, sanıldığından çok daha etkili bir yöntemdir. Bellek bir süre sonra olayı zihinden siler. “Kısa bellek” iki günlük bellektir. Medya belleği ise 24 saattir. Ertesi gün başka olaylar gündemdedir ve bellek, olayı unutmuştur.

En yeni olayı anımsayalım: Bülent Arınç-Melih Gökçek tartışmasını bugün konuşan var mı? Bir ara çok konuşulan “gemi-gemicik olayı” kimin aklında yaşıyor?
Atatürk Orman Çiftliği’nde yapılan sarayın “kaçak” olduğu şimdi kaç kişinin aklında ilk günkü gibi yaşıyor?

Neden Yazıyorum?
Bilinmelidir ki, önümüzdeki seçim de bir “psikolojik savaş” olarak sürdürülecektir. Seçim mücadelesinin görünmeyen yanı budur.
Psikolojik savaşı kazanan seçimi de kazanır.



®Fatih ÇALTI Stratejik Danışman

8 Nisan 2015 Çarşamba

UYU MİLLETİM UYU.

“ACUN ILICALI”, BİR MİLLET İÇİN ATOM BOMBASINDAN DAHA TEHLİKELİDİR!..
Lütfen yazının başlığına bakıp, başarılı insanları eleştirerek, prim yapmaya çalışan bir kimse olduğumu düşünmeyiniz. İsmi geçen şahıs, çeşitli kayırma ve düzenbazlıklarla zengin edilmiş, servet sahibi birçok varlıklı “aile” üyesine göre kazandığı başarı ve serveti hak eden bir kimsedir. Ülkenin yetiştirdiği en başarılı televizyonculardandır. Başarı ülkemizde para kazanmayla orantılı kabul edildiği için servet kelimesin kullanma ihtiyacı hissettim. Lütfen kabalığımı affediniz.. Lakin Acun Ilıcalı ‘nın bu başarısı, bulunduğumuz ülke halkı için çok tehlikeli boyutlara ulaşmıştır. Neden mi?survivor-all-star
Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulduğu günlerden bu yana en tehlikeli günlerini yaşıyor. Orta Doğu coğrafyasındaki yakın ve uzak komşularımız iç savaş batağına saplanmış durumda. Son birkaç yıl içinde milyonlarca insan topraklarımıza göç etmek zorunda kaldı. Tarihi süreçleri az buçuk analiz edebilen bir kimse çok iyi bilir ki, devletler büyük göç dalgalarının ardından zayıflar ve zamanla yıkılma tehlikesi geçirirler. Ülkedeki bir avuç aklı başında insanla bu önemli konuları tartışma ihtiyacı duyarken, dostlarım bir anda beni uyarıyor.
Ekrana bak! Bozok halkayı atamadı… ÜNLÜLER 1, ÜNSÜZLER 0.

Ülkenin kuzeyinde Rusya ve AB arasındaki gerginlik Ukranya üzerinden devam ediyor. ABD, Rusya ‘yı köşeye sıkıştırmaya çalışıyor. Ruble, dolar karşısında hızla değer kaybetmeye devam ediyor. Rusya, Kırım ve Ukranya üzerindeki haklarından vazgeçmemek uğruna tüm dünyayı tehdit ediyor. Bunların hepsi sadece bir kaç kilometre kuzeyimizde gerçekleşiyor ve ben dostlarımın ısrarlı ikazıyla tekrar ekrana bakıyorum. Begüm takıldı ve düştü…
ÜNLÜLER 2, ÜNSÜZLER 0.

Yaklaşık bir ay önce Yemen ‘de, Şia ‘nın Sünni inanca pek uzak olmayan bir akımı olarak kabul edilen Hursiler, başkent Aden ‘i ele geçiriyor. Suud ‘ların önderliğinde oluşturulan Arap Birliği havadan ve karadan Aden ‘e bombalar yağdırıyor. Türkiye operasyonu savunuyor. İran, Türkiye ‘ye “akıllı ol!” uyarıları yapıyor. Tansiyon iyice yükseliyor ki, ben dostlarımın ikazıyla bir kez daha ekrana bakıyorum. Neyse ki Doğukan basamağı doğru çiviye geçirebildi..
ÜNLÜLER 3, ÜNSÜZLER 0.

Ne oluyorsa koskoca ülkenin bir anda elektriği kesiliyor. Elektrikler kesikken birileri ülkenin en önemli davalarına bakan “Savcı” ‘sını rehin alıyor. Yayın yasağı konuluyor. Biz de mecburen “Survivor” ‘ı açıyoruz. Bir de bakıyoruz ki… Maalesef Sahra düşüp, kafasını yarmış..
ÜNLÜLER 4, ÜNSÜZLER 0

Sonra “Savcı” öldürülüyor. Ülke Batman ‘ın kötülerden yıllarca koruduğu “Gotham” Şehrine dönüyor. Tam sesimi çıkartıp bişeyler söylemek istiyorum ki dostlarım beni uyarıyor:
-Dur bir dakika susssss! Turabi, Nouma ‘nın kafasına vurdu. “Vay anasını arkadaş” diyorum ve ekrana bakıyorum…
ÜNLÜLER 5, ÜNSÜZLER 0.

Dolar aldı başını gidiyor. Ekonomi adeta “bizi Haziran ‘a kadar at, yeter koçuma” dönmüş. Ama kimin umrunda krediler çoktan çekildi. Evler, arabalar alındı veya yenilendi. Ne olacak canım her ay azar azar öderiz. Haydi ekrana bak! Seda elendi bile..
ÜNLÜLER 6, ÜNSÜZLER 0.

Dünya nüfüsu yedi miyarın üzerine çıkmış. Doğal kaynaklarımızı ve yaşam alanlarımızı süratle kaybediyoruz.. Ulaştığımız teknolojiyle dünyanın eko-sistemini yenileyerek, yaşanabilirliğini sürdürebilmesi için 3 milyar nüfus olması gerektiği öngörülüyor. Anlayacağınız her geçen vakit, iki katından daha fazla hayatı tüketiyoruz. Bunu gören gelişmiş beyinlerin önemli bir kısmı kurtuluşu toplu ölümlerde arıyor. Savaş çıkartıp, nüfusu azaltmak ise en kolay yol. Dünya diken üstünde. Üstelik İkinci Dünya Savaşı ‘na girmediğimiz için tarafsız kalma hakkımızda kalmadı. Savaşın gürültüsü uzaklardan kulağımda çınlamaya başladı bile… Peki bizim güzel ve neşe dolu insanlarımız ne yapıyor?
Şşşşttttt Mert! Keser misin sesini artık. Ekrana bak!
ÜNLÜLER 7, ÜNSÜZLER 0.

Ben bu yarışmanın sonunu tahmin edebiliyorum. Ünlüler kazanıp adayı terkedecekler. Özel uçaklarına atlayıp milyonlarca dolarlarıyla hayatlarını kurtaracaklar. Şimdi asıl ben sana soruyorum. Peki sen ne yapacaksın ÜNSÜZ?
Mert öz Alintidir.



®Fatih ÇALTI Stratejik Danışman

7 Nisan 2015 Salı

Sn. Ahmet TAKAN'dan En Tehlikeli Kumpaslar yazısı

Terörle, toplumsal cinnet olaylarıyla yatıp kalkıyoruz. İktidarın, oy devşirmek, saltanatı sürdürmek uğruna körüklediği kaos ortamına bir de Hükümetin Valileri eklendi. Cumhurbaşkanı ve Başbakan'a yaranmak için en hassas olaylarda bile yapılan gelişigüzel açıklamalar toplumun şirazesinden iyice çıkmasına açıyor. Eskiden şu yaşadıklarımızın binde biri ile karşı karşıya kalsak "Türkiye çadır devleti mi" diye bir dünya adam çıkar hesap sorardı. Şimdi, yalandan da olsa kimse konuşmaya cesaret edemiyor.Seçim öncesi ve sonrası için de toplumsal güvenlik riski en üst derecede kırmızı alarm veriyor. Bildiğiniz başlıktan giriş yapalım. Terör bölgesinde Valiler, terör örgütü PKK'ya operasyon izni vermiyor. TSK bunları tek tek kayıt altına alıyor. İktidara dayanan Valiler aslında suç işlediklerini çok iyi biliyorlar. Çoğu zaman da içinde bulundukları sıkışıklıktan dolayı çareyi kaçmakta buluyorlar. Sık sık Ankara'ya geliyorlar ve yetkiyi yardımcılarına devrediyorlar. Bölücü terör örgütü de faaliyetlerine hız kesmeden devam ediyor. Ankara'ya gönderilen son istihbarat raporundan;

"1- PKK, kış üslenmesinde tüm lojistiğini tamamladı.

2- Örgütün kış üslenmesinde militan takviyesi en üst seviyeye çıktı.

3- Bölge kırsalında özel harek‰t yok, PKK bölge komutanlıkları ve sınır karakolları var.

4- PKK, kış üslenmesinden şimdi eylemsel konuma geçti, Nisan ortasından itibaren konuşlandıkları yerden çıkacaklar.

5- Eylemler için şehir merkezlerine hafif silahlar, kırsala ise ağır silahlar saklandı.

6- Valilerin onayı olmadan jandarma ve polis, karakollardan çıkamıyor. Keşif ve operasyonlar yapılamıyor.

7- Valiler sürekli Ankara'ya gidiyor o nedenle Vali yardımcıları da inisiyatif alıp operasyon emri veremiyor.

8- PKK'nın ağır silahları kullanması halinde çok sayıda ölümler ve kayıplar olabilir.

9- Seçimlerden sonra kantonlaşma için istenilenler yapılmaz ise KCK örgütü, 15 Haziran tarihinde eylem için PKK'ya hazır ol talimatı verdi. Bu talimat telsiz konuşmalarından da apaçık anlaşılıyor."
Başkentte pis kokular her yanı sardı. Önce Uludere üzerinden suçlamalar, saldırılar sonra MİT TIR'larına yapılan baskın yüzünden muvazzaf askerlere yönelik operasyonlar. Ardından, Suriye'de düşürülen savaş uçağımızın da Malatya'da askeri üsse bağlanması durumu var. Yeni kumpaslarla TSK'nın boynuna yağlı urgan geçirilmek isteniyor. Sözün ve yazının dahi bittiği noktaya doğru gidiyoruz. Başkent koridorlarında öyle konular konuşuluyor ki her biri ayrı dehşet verici nitelikte. Milliyetçi partilere kayan oyları önlemek amacıyla ilginç açıklamalar yapan Recep Erdoğan'ın, Haziran 2015 seçimlerine yönelik muhalefet partilerine, muhalif sendika ve STK'lara karşı yıpratıcı çalışmalar yapmak amacıyla MİT ve Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanlığı'na talimat verdiği ileri sürülüyor. Bu kapsamda; MHP, BBP, Ülkü Ocakları, Alperen Ocakları, milliyetçi sendikalara yönelik istihbarat çalışmalarının sürdüğü iddialar arasında. Söz konusu çalışma için yüklü ödenek ve çok sayıda personel tahsis edildiği konuşuluyor. 7 Haziran seçimlerinde Avrupa'da belli noktalarda da oy kullanılacağı için Ülkücülerin Avrupa'daki yapılanmalarına da yönelik MİT tarafından çalışma başlatıldığı bildiriliyor. Devlet koridorlarındaki iddialara göre; "öncelikle kamu kurumlarında söz konusu parti ve derneklerle irtibatlı şahıslar tekrar tespit edilerek, güncellenecek ve akabinde çeşitli suçlamalarla tasfiye edilecek." Emniyet'teki ilgili şubenin güncel(!) faaliyet konuları; * MHP faaliyetleri * Ülkü Ocakları faaliyetleri * BBP faaliyetleri * Alperen Ocakları faaliyetleri * Milliyetçi sendikalar ve Dernekler olmak üzere 5 başlık halinde özetleniyor. Milli değerleri savunan partilere oy kaymaması için alınan önlemler kapsamında parti, kurum ve derneklere yönelik olarak; "* Yolsuzluklar, * Parçalanabilecek ve iktidar partisi safına çekilebilecek yapı ve şahıslarla irtibata geçilmesi, " Yıpratma ve tasfiye çalışmaları,* Milliyetçi ve muhafazakar partilerin tabanda ittifakını önleyici tedbirler " faaliyet alanları olarak belirlendi. Bu kapsamda; bilhassa Batı, İç Anadolu ve Karadeniz bölgelerinde Milliyetçi oyları kaybetmemek için 7 Haziran seçimine kadar çok ciddi çalışmalar içine girileceği konuşuluyor. Bu satırlar, sizleri tahrik etmek, provokasyona getirmek için kaleme alınmadı. Zaten bildiğiniz tezgahlar çerçevesinde ön uyarı olarak kabul edin. Daha sağduyulu, daha sakin, daha itidalli davranmak zorundayız. Çok ama çok gözü açık olup, oyunlara düşmemek için olup bitenleri sağlıklı-doğru okuma, yerinde teşhis çok önemli. 7 Haziran hesapları 1 paket makarna, 1 çuval kömür, çeyrek altın, yeşil kartın da ötesine geçti. İktidar, daha gelişmiş silahlara sarıldı!..



®Fatih ÇALTI Stratejik Danışman

29 Mart 2015 Pazar

SONSUZ DÖNGÜ İÇİNDE İNSAN

Hep bir arayış içindedir insan,namazsız ezandan,ezansız namaza kadar uzanan süreçte.
Doğar, emeklemeyi ister.
Emekler,yürümeyi ister.
Yürür, koşmayı ister.
Küçüktür,büyümeyi ister.
İlk okula başlar,üniversiteyi bitirmek ister.
Ödevini yaparken,işte çalışmak ister.
İlk sevgi ile karşılaşır,evlenmek ister.
Sınırsız oranda sevmek,sevilmek ister.
İster...
İster...
Bu istekler ne biter,ne tükenir.
Ta ki...
Gün gelir herşey tersine döner. Artık birey gelişmiş ve doyuma ulaşmış süper egosunun esaretinden kurtulup aksi şeylerin özlemiyle yanar da yanar.
Kaybettiğinde sevgiliye,
Yitirdiğinde sağlığa,
Meşgulken boş zamana,
Ölüm ayırınca,yaşadığında kıymetini bilmediğine.
Hani anımsarsınız,sokakta oynadığınız arkadaşlarınızı.
Bazen sadece simaları canlanır gözünüzde, bazen isimleri.
Ama taptaze durur dimağınızda o riyasız o saf arkadaşlıklar ve birlikte geçirilen doyumsuz anlar.
Sonra bir suret belirir hafızanızda.
Gözlerinizde nem,yüzünüzde asıklık,yüreğinizde bir burukluk ile canlanan bir sevgili sureti.
Sonra Hâk'ka yürüyen yakınlarınız geçer film şeridi gibi gözünüzün önünden. Hemen ardından dünyaya gelen bebekliklerine şahit olduğunuz güzellikler.
Ve bu yağmur sonrası parıldayan güneş etkisi yansıtır yüzünüze konan tebessüme .
Bu kısır döngü yaşam boyu sürer de sürer.
Özlemek fitratında var insanın.
Lakin saniyeler hep ilerlemekte ve ömür geçmekte. Bizlere düşen geri dönüş şansımız olmayan sürdüğümüz şu fani yaşamı her anı güzel anılar ile bezenmiş,her yadedişte yüzümüze tebessüm yayacak,yüreğimizi huzurla dolduracak şekilde yaşamak değil mi?
Merhum şehit ağabeyim Muhsin Yazıcıoğlu'onun dediği gibi "Bir anına dahi hükmetmekten aciz olduğumuz üç günlük fani dünya için fırıldak olmaya gerek yoktur."
Vakit geçiyor,ömür tükeniyor. Kul hakkına girmeden, hakkaniyet çizgisinden sapmadan,iyilik ve güzellikler ile anılacak,sevgi ve huzur dolu mutlu bir yaşam sürmekten bizi alıkoyan nedir acaba?
Her geçen saatte geriye güzel anılar bırakmak gerekmez mi?
Unutmayınız canlar,her ne şekilde yaşarsanız yaşayın vakit daralıyor ve gün akşama,yaşam ölüme doğru hızla yol alıyor.
Her anınızın size sağlık, huzur,mutluluk ve güzellikler getirmesi ve hafızalarınızda latif hatıralar bırakması duası ile.
En Güzel ve Malik-ül Mülk Olan'a emanetsiniz.
Fatih ÇALTI
Stratejik Danışman ®
{®Telifli yazıdır. İktibassız paylaşıma açıktır.}

Posted via Blogaway


®Fatih ÇALTI Stratejik Danışman

28 Mart 2015 Cumartesi

Değişmem...


"Sarayda değil bir çadırda yaşasam dahi Yarin sevgi dolu gözlerine bakarak ve huzuru katık ederek yediğim kuru ekmeğin tadını vallahi değişmem,billahi değişmem dünyanın servetine." ®
Fatih ÇALTI

7 Mart 2015 Cumartesi

EY YAR


Sen ne güzel bir şeysin ey yar.

Hem çilemsin,hem sevincim.
Hem sevdamsın,hem hasretim.
Hem Sılamsın,hem gurbetim.
Sen ne güzel bir şeysin ey yar.

Hem gecemsin,hem gündüzüm,
Menzilimde özlemimsin,iki gözüm.
Dilimden dökülen her bir sözüm.
Sen ne güzel bir şeysin ey yar.

...
Fatih ÇALTI
08 mart 2015 02:10

Her an hayalimde,hem düşümdesin.
İstisnasız her bir nefesimdesin.
Hem canım sevdam,hem helalimsin.
Sen ne güzel bir şeysin yar.

4 Mart 2015 Çarşamba

Musul Muzesinin tahrip edilmesi


Musul müzesi ni talan edip tüm eserleri tahrip edenlerin zihniyeti daha önceki çağlarda da yaşanmıştı.
Tüm haçlı seferlerinde müze ve kütüphane talanı olağandı.
Tek fark onlar eserleri kendi ülkelerine naklediyorlardı.
Bu fikir fukarası,gayrimeşru zihniyet mahsulleri gibi yok etmiyorlardı.
Heykelleri put diye kırıp yok ederken kitaplara hangi düşünce ile zarar verdikleri konusunda taktir siz okuyucularımındır.
Belki insanlık bu gün bunun zararlarını ve gelecekte oluşturacağı kayıp zaman aralığının tahribatını görmezden gelebilir lakin bu yarınlarda insanlık tarihinde bir leke olarak kayıtlara geçecektir.
Hem musebbipler hemde onlara lojistik ve stratejik destek sağlayanlar ise üzerlerine okunacak lanetten kurtulamayacaklardır.

17 Şubat 2015 Salı

DÜSTURUMUZ BELLİDİR. DÜN,BUGÜN VE DAİMA


Düstur edindik fani dünyadaki yanlışlıklara ALP misali karşı durmayı.
Mazlumun yanında EREN olup dertlere çareler bulmayı.
Fani dünyanın yanlışlıklarını düzeltemedik belki ama,
Nasip etti RAB'bim manevi huzurun hazzını duymayı.

Bu güne dek kimsenin karşısında hazır olda durmadık,bundan gayri de duruşumuzdan taviz verip rahatta durmamizi  kimse beklemesin.
Bizi hiç bir kimse,grup,cemaat ve zümre ile de ilişkilendirme delaletine düşmesin kimse.
Biz ki ancak ve ancak aziz türk milleti cemaatindeniz.
Türklüğün övünçünü, Müslümanlığın hazzını yaşarız gurur ile.
Ulu bir çatı altında yaşayan değişik boy,aşiret,dil,din,mezhep,kültür ve anenelere sahip olarak ama ortak sevdası vatan olan Türkiye Cumhuriyeti devletinin mensuplariyiz.
Bu fikriyat savunan her can başımızın tacıdır,sevgimize mazhardır.
Ayrılıkçı ve bölücü düşünüp davrananlar ise ancak nefretimize muhatap olur.
Hiç kimse vatanım üzerinde ihanete meyledip bölünme hayalleri kurmasın.
Bir evin içerisinde yasayan fertleriz ve bir yangın düşerse bu ocağa hepimiz yanacagiz. Üstelik te bizim gidip sığınacak hic bir yerimiz yoktur biliyorsunuz.
İste bu sebepten bizler gece,gündüz,yaz kış demeden vatanımızın ve milletimizin bekası için çalışıyoruz. Bizim tüm gövdemizin altında olduğu taşın bir ucuna sizler parmaginizi sokarsaniz bu sorunlar aşılır. Memleketimiz daha müreffeh bir ortamda daha huzurlu,güvenli,adaletli ve daha yaşanılası bir yer olur.
Yüreği VATAN AŞKI ile yanan,ezan,bayrak ve mukaddesat sevdalısı tüm canlara gönül dolusu selam ediyor saygılarımla hayırlı günler diliyorum. Dua ile...
Fatih ÇALTI

11 Şubat 2015 Çarşamba

Reel-Politiğin İlk Filozofu İbni Haldun


Reel-Politiğin İlk Filozofu İbni Haldun

Reel-politik; ahlak ve siyaset arasında kesin bir ayırım olduğu varsayımına dayanarak devletin iç ve dış politikasının ahlakî kaygılardan bağımsız bir biçimde, maddî gücünün gereklerine göre uygulamaya konulmasını savunan yaklaşımdır. Bir başka ifadeyle reel-politik, ahlakî ya da dinî her türlü değerin politikadan dışlanması, politikanın mutlak sekülerleşmesidir. Seküler politikada belirleyici olansa “hak” değil, “güç”tür. Tabiatıyla böyle bir tavır; aynı zamanda siyasal meşruiyetin kaynağının, ahlak ya da din olmadığının da kabulü demektir… Reel-politik açısından ülke güvenliğini şekillendiren askerî konular birinci dereceden; ekonomik, sosyal konularsa ikinci dereceden ehemmiyeti haizdir. Güvenliğin olmadığı yerde devletin mevcudiyetinden de toplumsal hayatın sürdürülebilirliğinden de söz edilemez. Bu çerçevede reel-politiğin temel ilgi alanı, devletin var oluşuna yönelik tehditlerle mücadele etmek amacıyla geliştirilmesi gereken askeri güç, siyasal etkinlik ve sonuç alabilirliktir. Dâhilî ve haricî siyasal ilişkilerde, özellikle 20. Yüzyılda belirleyici olan reel-politik yaklaşımın, modern siyaset felsefesinin kurucuları sayılan Machiavelli (1469-1527)ve Hobbes (1588-1679) tarafından icat edildiği söylenir ise de doğru değildir… Günümüzde sosyal bilim olarak değerlendirilen tarih, tarih felsefesi, ekonomi, sosyoloji ve benzeri disiplinlerin kurucusu nasıl İbni Haldun (1332-1406) ise reel-politik yaklaşımın mucidi de İbni Haldun’dur…
Toplumları; “bedevi” ve “medeni” olmak üzere ikiye ayıran İbni Haldun, yönetim tarzlarını da “riyaset” ve “mülk” şeklinde tanımlar… İbni Haldun için toplumsal hayat, insanların maişetlerinin temini ve tabiata karşı kendilerini savunmalarının nasıl zorunlu bir sonucu ise siyaset, yani devlet de toplu halde yaşayan insanların birbirlerine karşı korunmaları ihtiyacının zorunlu bir sonucudur. Her ne kadar insanlar yaratılış itibariyle kötülükten ziyade iyiliğe mütemayil iseler de onların tabiatlarında başkalarına kötülük etme, başkalarının haklarına tecavüz etme temayülü de vardır ve tecrübe yoluyla kazanılan ikinci tabiat daha ziyade kötülüğe temayül yönündedir. Siyasî otorite ve siyasî otoritenin toplum üzerindeki hakimiyeti tesis edilmediği taktirde insanların birbirlerine zarar vermeleri kolay kolay engellenemez. Dolayısıyla hem toplumsal hayatın emniyeti ve muhafazası için hem de insanlar arasındaki ilişkilerde adaletin tesisi için siyasî otoriteye, devlete ihtiyaç vardır. Devlet ise yalnızca güç ile kaimdir.[1]
İbni Haldun’a göre, siyasî otoritenin, devletin ortaya çıkışını sağlayan temel faktör, kurucu öge ‘asabiyet’tir. Asabiyet, “bedevi umran”da insanların birbirleriyle yardımlaşma ve dayanışmalarını sağlayan “grup şuuru”, yani mensubiyet duygusudur. Bedevi umranda asabiyetin yönetime yansıma tarzı da ‘riyaset’tir. Riyaset, aynı kabileye mensup insanlara bir nevi rehberlik demek olup, riyaset makamı verdiği hükümleri kendisine tabi olanlara baskıyla, zorla tatbik etmez. Bu durum riyaset makamının başının yani reisin saygınlığının herkes tarafından kabul edilmesinden kaynaklanır. Reis, “eşitler arasında birincidir.”[2] Ancak, reisin aynı kabile içerisindeki en güçlü gruba mensup olmasının da bunda katkısı vardır. Çünkü ister “bedevi toplum” isterse “medeni toplum” olsun, “siyasi otoriteye ihtiyaç duyulan her örgütlenme biçiminde siyasi otorite güce dayanmak zorundadır”. Hâkimiyetin tabiatı bunu gerektirir. Riyaset de belli ölçülerde, aynı kabileye mensup farklı gruplardan birinin diğerlerinden daha güçlü olmasından kaynaklanır. Bununla birlikte, bedevi umranda asabiyet sahibi olan gruplara reis olmak, onların soyundan olmayanlar için mümkün de değildir.[3]
İbni Haldun, asabiyet duygusunun tabiatı gereği refahı, şehirleşmeyi, kısacası devlet olmayı kendisine hedef edindiği için, kabile içerisinde kurulan siyasi otoriteyle yetinemeyeceği kanaatindedir. Ona göre asabiyet, hedefe ulaşabilmek için kendi dışındaki kabilelerle mücadele etmek ve hâkimiyet alanını genişletmek zorundadır; ta ki refah ve lükse ulaşıncaya ya da devlet haline gelinceye kadar. Hâkimiyet alanı genişleyen galip asabiyet, şayet inkıraz halinde bulunan bir devletle karşılaşır ve o devlet de kendisini savunacak güçten yoksun olursa istila sonucu onu yıkar ve yerine kendi devletini kurar. Yok eğer karşılaşılan devlet inkıraz değil de yükselme aşamasındaysa o taktirde de güçlü devletin emrine girer. Sonuç itibariyle devleti hedefleyen bedevi asabiyet için, İbni Haldun açısından iki ihtimal mukadderdir; ya güçlü bir devletle karşılaşıp ona destek olma ve himayesine girme yoluyla refah ve lükse ulaşmak, ya da zayıf bir devleti ele geçirip, onu tasfiye ederek tam anlamıyla hedefe ulaşmak, yani devlet olmak.[4]
İbni Haldun bedevi toplumdaki siyasî otoriteyle medeni toplumdaki siyasî otoritenin farklı özelliklere sahip olduğu kanaatindedir. Şöyle ki medeni toplumsal yapılanmalarda ortaya çıkan devlet, riyasetten çok çok öte bir şeydir. Riyaset belli ölçülerde saygıya dayalı bir siyasî otoriteyken, “devlet” tamamen güç ve baskıya dayanan bir siyasî otoritedir. Devletin güç ve baskıya dayanan bir otorite olmasının sebebi toplumun medeni tabiatından kaynaklanmaktadır. Medeni toplumun geniş coğrafyasının muhafazası da kalabalık nüfusun yaşadığı büyük şehirlerin asayiş ve emniyeti de refah ve lüks sonucu belli ölçülerde ekonomik bireyciliğin ön plana çıktığı bir toplumsal aşama olmasından ötürü, ahlakî yozlaşmaya uğrayan insanların zapturapt altında tutulması da sadece güç ve baskıyla mümkün olmaktadır. Kısacası İbni Haldun‘un tespiti, real dünyada gücün, maalesef hak olduğudur.
İbni Haldun; güç temelli reel politik düşüncesini bir başka açıdan da şu şekilde ifade etmektedir: Asabiyete ve güce istinaden kurulan her devletin mutlaka bir hukuk sistemi olacaktır,  ancak bu hukuk sisteminin dinden kaynaklanma zorunluluğu yoktur. Siyasî otoritenin asayişi ve emniyeti tesis için uyguladığı hükümler, din kaynaklı olabileceği gibi, sadece akla dayanarak ortaya konulmuş hükümler de olabilir. Siyasal hayatın sürdürülebilirliği dine değil, hukuk sisteminin varlığına bağlıdır. İdealitede din gerekliyse de realitede gerekli değildir. Rasyonel siyasetin de iki türü vardır. Birinci tür siyasette halkın, toplumun menfaatleri devletin önünde tutulur, yani toplum devlet için değil, devlet toplum içindir ki filozofların medine-i fazıla dedikleri siyaset işte budur. İkinci tür siyasette ise devletin, daha doğrusu iktidar kadrolarının menfaatleri halkın, toplumun önünde tutulur, yani devlet toplum için değil, toplum devlet içindir ki bu da filozofların tiranlık dedikleri tarzdır. İkinci tür siyasette, devlet asıl olduğundan, şiddet ve baskı yoluyla toplumu şekillendirmek devlet için kaçınılmazdır. Hangi dine mensup olduklarını iddia ederlerse etsinler, yeryüzündeki devletlerin, birkaç istisna dışında hemen hepsinin, halkı idarede esas aldıkları siyaset, maalesef ikinci tarz siyaset olmuştur.
İbni Haldun rasyonel siyasete ilişkin kanaatlerini şu şekilde detaylandırır: Rasyonel siyasete dayalı olarak tatbik edilen hükümler, umumiyetle zulmü ve haksızlığı içerir. Devlet güce, kuvvete bağlı olarak kurulduğundan, umumiyetle yürütmeye esas olan kanunlar da siyasî otoritenin isteği doğrultusunda şekillenir. Ancak, zorla gerçekleştirilen egemenliğin neticeleri, şüphesiz halkı kendilerinin tasvip etmediği yönlere sevk etmeye çalışacağından, insanlarda kaçınılmaz bir şekilde hoşnutsuzluk yaratır. Bu durumda devlete itaat etmek de kaçınılmaz olarak güçleşir. Bu yüzden, halk tarafından kabul edilen ve gönüllü olarak boyun eğilen kanunlara müracaat etmek istikrar için gereklidir. Eğer devlet gönüllü olarak kabul edilen kanunlardan ya da hukuka müteallik dinî naslardan uzak durursa tam anlamıyla istikrarlı bir düzene kavuşamaz. Dolayısıyla halkının rızasını dikkate almayan siyasî hükümlere, yani rasyonel siyasete dayanan devlet yönetimi, ideal ölçülerde iyi bir yönetim biçimi olamaz.[5] Şüphesiz İbni Haldun’un bu görüşleri, olması gerekene yönelik temennilerini yansıtmaktadır. Real anlamda dinin zorunlu olmadığını bilahare kendisi de söylemektedir. Bunun içindir ki o, bazı İslam düşünürlerinin din temelli bir kurum olan nübüvvetin, yani peygamberliğin rasyonelliğini ispatlamaya çalışarak, siyasi otoriteyi dinden kaynaklanmak zorundaymış gibi değerlendirmelerini isabetli görmez. Daha doğru bir tanımlamayla, toplumsal hayatın var olabilmesi için dinin zorunlu olduğunu ileri sürmeyi doğru bulmaz. İbni Haldun’a göre toplumsal hayat ve düzen, din ve dinî otorite olmaksızın da pekâlâ mümkündür. Siyasî otoritenin ihdas ettiği hükümler, kanunlar veya insanları bir arada tutan grup şuuru asabiyet, toplumsal hayat ve düzen için temelde yeterli bir faktördür. Zaten, yeryüzünde herhangi bir dine veya peygambere tabi olan toplumlardansa olmayanlar çoğunluktadır. Herhangi bir dine veya peygambere tabi olmayan insanların yeryüzünde yaşayan nüfusun çoğunluğunu teşkil etmeleri bir yana, devletler ve medeniyetler kurdukları da apaçıktır. Siyasal bir otorite olmadığı taktirde toplumsal hayat da devlet de medeniyet de imkânsızdır fakat herhangi bir dine veya peygambere bağlı olunmadığı taktirde bütün bunların imkânsız olacağı ispat edilemez.[6] Şüphesiz; İbni Haldun’un burada üzerinde durduğu husus, dinin veya peygamberliğin lüzumsuzluğu değil, dünyevî anlamda toplumsal ve siyasal bir hayat için zorunlu olmadıkları; din ve toplumsal hayat veya din ve siyasal hayat arasında, bazı İslam düşünürlerinin iddia ettikleri gibi rasyonel veya real zorunlu bir bağın yokluğudur. Toplumsal hayat için tabii ve zaruri olan sadece ve sadece siyasal otoritenin mevcudiyetidir. Herhangi bir toplumda dine dayanarak düzen ve emniyet tesis edilebileceği gibi, din dışı siyasal bir otoriteye ve o otoritenin ihdas ettiği kanunlara dayanarak da pekâlâ tesis edilebilir.
İbni Haldun; toplumsal hayatın varoluş şartı olarak meseleyi bu şekilde temellendiriyor ise de ahlak hukuk ve özgürlük açısından, dini dikkate alan ve almayan toplumsal-siyasal pratikleri mukayese ettiğinde, dini dikkate almayan toplumsal-siyasal pratiklerin ahlaka, hukuka ve özgürlüğe pek fazla ehemmiyet vermediklerini ve veremeyeceklerini bu anlamda salt seküler bir hayatın, devletin istikrarsızlığına azami katkıyı sağlayacağını da belirtir. Ona göre; “Hukuku, zorbalık ve güç üstünlüğüne dayanan, öfkesi burnunda mizacın gelişimine yol açan devlet, elbette adaletsiz ve müstekbirdir. Siyaset felsefesinin de katılacağı gibi bu durum ahlak nazarında kınanmaya müstahaktır. Zira o, Allah’ın nurundan yoksun spekülasyonların ürünüdür… Halkın hem maddî hem de manevî çıkarlarını gözeten ve İslam’ın hakiki uygulamasına dayanan devlet, yegâne mükemmel devlet olarak kabul edilmelidir.”[7] Ancak reel durum ne yazık ki farklıdır. Kısacası tercih noktasında İbni Haldun’ un İslam kaynaklı bir siyasal anlayışı benimsediği muhakkaktır fakat onun göstermeye çalıştığı husus real dünyada siyasetin din ekseninde değil, güç ekseninde tezahür ettiğidir.[8] İbni Haldun’un burada vurgulamak istediği şey, salt seküler bir hukuk anlayışının ve dolayısıyla da ona istinat eden devletin kural ve kaidelerinin insanlar tarafından kolay kolay içselleştirilemeyeceğidir. Şüphesiz dinin ya da ahlakın dikkate alınmadığı yapılanmalarda toplumsal ve siyasal ilişkiler, salt dünyevî, seküler bir takım hedeflere endeksleneceğinden, bu nevi hedefler kaçınılmaz biçimde rekabetlerin ve ihtilafların kaynağına dönüşecektir. Rekabetin ve ihtilafların hakim olduğu ilişkilerde ise insanları birleştirmek ve kaynaştırmak, yani toplumsal entegrasyon hayli zor olacaktır. Hakikati halde toplumsal dayanışmayı sağlayacak yegâne güç dindir. Dinin teklif ettiği toplumsal ilişki biçimlerinde nihaî hedef, bireysel ve toplumsal maslahatlara birlikte riayet ederek bütün insanlar için hem dünyevî hem de dünya ötesi mutluluğu sağlamaktır. Ancak dünyevi pratik daha ziyade, siyaset tarafından dinin dikkate alınmadığını göstermektedir. Dolayısıyla; İbni Haldun yapmış olduğu bu mukayeselerde din kaynaklı siyasetin toplumsal hayat için daha uygun olduğunu belirtiyor ise de bu yaklaşım, ona göre nübüvvetin ve din kaynaklı hukukun zorunlu olduğu ya da aklın, bir peygamber tarafından va’z edilen emir, inanç ve faziletleri ispatlayabileceği anlamına gelmemektedir. İkisi birbirinden tamamen farklı şeylerdir.[9] İbni Haldun‘un vurgulamak istediği husus işte budur. 
Rasyonel siyaset çerçevesinde halkın, toplumun menfaatlerini ön planda tutan devletin fonksiyonlarına gelince: Günümüz siyaset literatürünün diliyle konuşacak olursak İbni Haldun açısından devletin fonksiyonları; iç güvenliğe yönelik adalet, savunmaya yönelik askeriye-hariciye ve bayındırlığa ve kamusal ihtiyaçlara yönelik maliyeden ibarettir. Onun ifadeleriyle, devletin birinci ve en temel fonksiyonu şüphesiz adaletin tesis edilmesidir. Ülkenin bayındır ve mamur hale gelmesinin yegâne yolu, toplumda adaletin tesis edilmesinden geçer. Adalet, halk arasına konulmuş olan bir terazidir. Devlet, teraziye ve ölçüye nezaret etmekle mükelleftir. Devletin ekonomik faaliyetlerde bulunması, terazinin ve ölçünün bozulmasının başlıca sebebidir. Devletin ekonomik faaliyette bulunduğu sahalar neticede siyasî otoritenin yandaşları için birer arpalığa dönüşür. Vergi sistemi bozulur. Devlete sırtını dayayanlar vergi ödemez. Devlet de buna göz yumar. Devletten bağımsız çalışan vergi mükellefleri haksızlığa maruz kalırlar. Dolayısıyla dürüst girişimcilerin ekonomik faaliyetleri sekteye uğrar. Bunun sonucu olarak da ülkenin bayındırlaşması engellenmiş olur. Neticede de toplumun düzeni bozulur. Devletin asli fonksiyonlarının dışına çıkması, kaçınılmaz olarak halka yönelik bir zulme dönüşür. Şüphesiz, zulümden kasıt, devletin insanlara zulmü olup, “umran”ı yani toplumsal hayatı tahrip eden de budur. İnsanların birbirlerine zulmü asıl zulüm olamaz. Çünkü devlet istediği taktirde, insanların zulmüne mani olmaması mümkün değildir. Zulmün kaynağı devlet olunca maalesef ona mani olacak bir güç de yoktur. İnsanların mülkünü gasp etmek, onları zorla çalıştırmak, mükellef olmadıkları şeyleri onlardan istemek, hukuk harici şeylere mecbur etmek, haksız vergi toplamak, vergileri suiistimal etmek, insanlara haklarını vermemek gibi şeylerin hepsi, devletin aslî fonksiyon alanının dışına çıkmasının sonucu olarak görülen şeylerdir. İbni Haldun, devletten kaynaklanan bütün bu zulümlerin kaçınılmaz olarak devletin inkırazına ve umranın, toplumun çöküşüne yol açacağını ısrarla belirtir. Çünkü devletin ve toplumun bu şekilde fesada uğraması, insan türünün inkıtaa uğramasına da sebep olur. Hâlbuki “Devletin varlık nedeni, halkın muhafazasına yönelik beş vazifeyi yerine getirmektir. Bu beş vazife de insanların hayatlarının, mallarının, akıl sağlıklarının, namuslarının ve hangi türden olursa olsun inançlarının muhafaza edilmesidir”. Devlet, esasında halk için bir kefalettir. Bu kefaletin maksadı da insanlar arasında adaletle hükmetmektir. Adalet yoksa devlet de yok demektir.
İbni Haldun; halkın, toplumun menfaatlerini ön planda tutan rasyonel siyaset açısından devlet ve tebaa ya da fertler arasındaki ilişkinin nasıl olması gerektiği hususunda da şunları söyler: Devlet idaresi, halka yumuşak muamele (rıfk) esasına dayanmalıdır. Devlet, eğer insanlara sert bir şekilde muamele eden, onların mahremiyetlerini araştıran, zulüm ve baskıyı gerekli gören bir otorite olursa toplum üzerine korku ve zillet çöker. Bu durumda da yalancılık, hilekârlık ve benzeri şeyler, insanlarda huy ve karakter haline gelir. Dolayısıyla ahlakî zaafiyet kaçınılmaz olur. Böyle bir devletin ömrü elbette ki uzun sürmez. Oysaki yönetim yumuşak muameleye dayanırsa halk ve devlet tamamen bütünleşir. Böyle olunca da insanlar devletin istikrarı için her şeyi yapar. Zaten iyi idarenin temel özelliği insanların canlarının ve mallarının güvenliğini sağlamak ve geçim şartlarını kolaylaştırmaktır. Böylesi bir siyasal anlayışın gerçekleşmesini İbni Haldun yöneticilerde bulunması gereken bir takım niteliklere bağlar. Ona göre, fazla zeki olan insanların yönetimde bulunmaları halinde yönetilen insanlara yumuşak muamele etmeleri pek nadirdir. Böylesi muamele daha çok vasat düzeydeki insanlar tarafından sergilenir. Fazla zeki olan idareciler, halktan beklenilmemesi gereken şeyleri beklerler. Bu yüzden de halk sıkıntıya düşer. Fazla zeka haksızlık ve tabii olmayan şeylerle birlikte bulunur. İnsanlarda mevcut olan bütün sıfatların, ifrat ve tefrit şeklindeki her iki ucu da zararlıdır. İyi olan her zaman vasat haldir. İbni Haldun bu anlamda siyasetten ve siyasî gidişattan en az anlayan insanların, teorik (dinî, felsefî) ilimlerle uğraşan düşünürler olduğunu, çünkü onların, zihinsel spekülasyonları alışkanlık haline getirmiş olduklarından ötürü, pratik hayatla ve tabii olaylarla fazla ilgilenmediklerini, hâlbuki pratik hayatla ve tabii olaylarla ilgilenmenin siyasette zorunluluk ifade ettiğini belirtir. Bunların aksine halktan olmasına rağmen, sağ duyu sahibi olan insanlar, siyasette her zaman daha başarılı olurlar.[10]
İbni Haldun, devletlerin çöküşüne yönelik olarak da şunları söyler: Devletin istikrarı, adaletin tesisine ve insanların zulüm ve baskılarla mezellete düşürülmemelerine bağlıdır. Bir devletin yıkılacağının en açık delili, siyasî otoriteyi elinde tutan insanların çıkar peşinde koşmaya başlamaları, devlet harcamalarını israf derecesinde artırmaları, insanlara zulmetmeleri, kısacası adaletle hükmetmemeleridir. Oysaki insanlara hak ettikleri şeylere göre muamele etmek, herkese hakkı ne ise onu vermek doğruluğun ve dürüstlüğün icabı olup, devletin selameti için gerekli oldukları gibi, haddizatında adalet de budur. Herhangi bir devletin adaletten uzaklaştığı görüldüğünde inkıraza uğraması artık beklenebilir. Adaleti temsil eden insanların ise er veya geç devlete varis olacakları muhakkaktır.[11]
İbni Haldun, insanların hukukunu tanımayan, adaletsiz, zalim, otoriter ve totaliter devletlere karşı başkaldırma, “ihtilal”e girişme hususunda da şunları söylemektedir: Yaşadıkları toplumda hukukun ve adaletin hâkim olmasını isteyen bazı insanlar, iyiliği emretmek ve kötülükten menetmek üzere zalim iktidarlara başkaldırmış ve ezilen insanları da ihtilale sevk etmiş iseler de iyi netice almalarını sağlayacak kadar güçleri olmadığından, umumiyetle başarıya ulaşamamış, Tanrı’dan sevap umarken vebale girmişlerdir. Çünkü Tanrı, yeterli güçleri olmadığı taktirde, böyle bir şeyi insanlara emretmemiştir. Bunun içindir ki Peygamber, “Kötü bir hareket gördüğünüzde onu elinizle, buna gücünüz yetmezse dilinizle, buna da gücünüz yetmezse kalbinizle değiştirmeye çalışın.” demiştir. Belli bir güce dayanmayan ihtilaller, haklı da olsalar, tasvip edilemezler. Hele hele ihtilale kalkışanların niyeti sadece siyasî iktidarı ele geçirmek şeklinde olur da samimiyetleri de şüphe içerirse önlerine birçok engelin çıkması ve birçok felakete maruz kalmaları da kaçınılmazdır[12]    
Devletin kuruluşunu realiteye istinaden izah eden İbni Haldun, yıkılışını da realiteye istinaden şu şekilde izah etmektedir: İnsanın tabii ömrüne benzer şekilde devletin de tabii bir ömrü vardır ve devlet de ömrünü muayyen bir takım aşamalardan geçerek tamamlar. Geçilen her aşamaya bağlı olarak toplumun karakteristik özellikleri de değişir. Söz konusu aşamalar da şunlardır:
1- Zafer Devri: Refahı ve devlet olmayı hedefleyerek güçlenen asabiyet, inkıraz dönemini yaşayan bir devletin mirasına konunca zafer devri başlar. Bu aşamada siyasî otorite, yeni mülkler edinmede ve ülkeyi savunmada halk için örnek-lider konumunda olup, asabiyet duygusu henüz devletle halk arasında birliği sağladığından, halka rağmen herhangi bir faaliyette bulunulmaz.
2- İstibdat Devri: Bu aşamada devlet istikrar kazandığından ve devletin nasıl kurulduğu da insanlar tarafından unutulduğundan, siyasî otorite devleti kuran asabiyete ihtiyaç duymamaya ve artık otoritesini kurucu kadrolarla paylaşmamaya başlar. Onları tasfiye ederek yerlerine, kendisine bağımlı yeni bir güç, paralı ordu ve devlet işlerini yürütecek bürokratik bir kadro teşkil eder. Devlete bağlılık, itaat ve sadakat yeni kadrolar için dinî bir inanç haline dönüşür. Bu yeni kadrolar, mevcut iktidarın devamı için din adına cihat ediyorlarmış gibi savaşırlar. İşte bu yüzden devlet, kurucu kadrolara ve kurucu ruha ihtiyaç duymaz. Çünkü yeni kadrolar, mevcut iktidara itaati, Tanrı’dan gelen ve aksi düşünülemez bir emir olarak telakki ederler. Mevcut iktidarın muhafazası dini bir inanç haline dönüşünce, devleti kuran asabiyetin yerini devlet ideolojisini paylaşan, fakat kurucu asabiyete mensup olmayan kadroların alması işin tabiatı gereğidir. Kurucu zihniyeti tasfiye hareketi de kaçınılmaz olarak istibdada dönüşür.
3- Refah ve Sükun Devri: Bu devir, siyasî otoritenin hasılatı topladığı dönemdir. Bu aşamada refahın çeşitli tezahürleri; saraylar, binalar, su kanalları, köprüler, bağ-bahçe, lüks kabilinden yiyecek, içecek, giyecek gibi şeyler kendilerini gösterirler. Yeni yeni sanatlar, uzmanlık alanları gelişir. Bedevilerin medenileri taklit etmeleri kaçınılmaz olduğundan, kendileri tarafından yıkılan devlet ve medeniyetler, refah döneminde taklit edilmeye başlanır. İbni Haldun, toplumların bir diğerini taklit hadisesini savaştaki galibiyetten ziyade medeni aşamada olup olmamakla açıklamaktadır. Şayet, savaşta galip gelen toplum, medeniyet itibariyle daha üstün ise bu durumda yenilen tarafın galip tarafı taklit edeceğini belirtmekte ve sebep olarak da şunu göstermektedir: İnsanlar herhangi bir mücadelede kendilerine galip gelen tarafta mutlaka bir takım üstün özellikler bulunduğuna inanırlar. Öyle ki, kendilerinin de bu türlü mücadelelerde galip gelebilmeleri için onlara benzemeleri gerektiğini zannederler. Neticede de galip tarafın örf, adet, gelenek, görenek, kılık, kıyafet, yeme içme ve benzeri bütün özelliklerini taklit etmeye başlarlar. Halbuki keramet galibiyette değil, medeniyettedir. Yeni kurulan devletin galip olmasına rağmen, geçmişteki devlet ve medeniyetleri kaçınılmaz olarak taklit etmesi bunun en açık delilidir. İşte bunun için yeni kurulan devlet, refah aşamasında geçmiştekilere benzer şekilde vergiler toplayarak gelirlerini artırmaya, planlı şehirleşmeye, her tarafa siyasî otoritenin heykellerini dikmeye, taraftarlarına rant aktarmaya ve ordusuna aşırı ihtimam göstermeye başlar.
4- Barış Devri: Bu dönemde devlet, dahilde kendisine yönelik hiçbir muhalefet kalmadığından emin bir biçimde, mevcut yapıyı muhafaza için dışardan gelebilecek tehlikelere karşı önlemler almaya ve komşu devletlerle barış antlaşmaları yapmaya başlar.
5- İsraf ve Yıkım Devri: Bu aşamada devlet, gücüyle orantılı olan tabii sınırlarına ulaşmış olup, onun ötesine artık geçemez. Tıpkı belli merkezlerden çıkan ışığın çevreye yayıldıkça zayıflamasında veya içine taş atıldığında gittikçe genişleyen su yüzündeki daireler gibi, merkezde güçlü olan siyasî otorite, sınırlara doğru zayıflamaya yüz tutar. Ayrıca siyasî otorite, devletin bütün imkânlarını taraftarları ve kendisi için savurganlık derecesinde harcamaya başlar. Ehliyet gerektiren işleri, liyakatsiz insanlara arpalık olarak sunar. Vergiler ve borçlanmalar yüklü bir şekilde artırılmasına rağmen, devlet harcamaları yine de karşılanamaz. Adalet suiistimal edilir. Devletin hemen her kurumu iyiden iyiye dejenere olur.[13]
İbni Haldun’a göre devletin çöküşe yüz tuttuğunun emareleri öncelikle devletin üzerine bina edildiği iki temel kurumda kendini gösterir. Bu iki kurumdan biri askeriye, diğeri de maliyedir. Devletin savurganlık düzeyindeki harcamaları, bir taraftan maliyeyi dejenere ederken, diğer taraftan da askerî harcamaların kısılmasıyla devleti muhafaza eden gücü, yani askeriyeyi zaafa uğratır. Ayrıca, refah ve lüks sebebiyle devlete mutlaka rüşvet, görevi suiistimal, gibi bir takım ahlakî olmayan hastalıklar da arız olur. Bu durumun tedavisi veya ortadan kaldırılması mümkün değildir. Çünkü bu bir tabii hadise olup, değiştirilmesinin imkânı yoktur.[14] Bu noktaya gelindiğinde, artık devlet gücünü yitirmiş ve yıkılmaya yüz tutmuştur. Neticede ya komşu olan devletler kendisine saldıracak ya da içerden yükselen yeni bir “asabe” (yeni kadro) iktidarı ele geçirecek ve böylelikle bir devlet yıkılıp, yok olurken, başka bir devlet kurulmuş olacaktır. Zira canlılar gibi devletlerin de tabii ömürleri vardır. Onlar da doğarlar, büyürler, gelişirler, yaşlanırlar ve ölürler. Sonuçta da Tanrı’nın yaratılan her şey için takdir etmiş olduğu mukadder ölüm, devlete de tatbik edilmiş olur.[15]
Özetlemek gerekirse: İbni Haldun; Charles Issawi’nin dediği gibi, günümüzde sosyal bilim olarak değerlendirilen tarih, tarih felsefesi, ekonomi, sosyoloji ve benzeri disiplinlerin kurucusu olmasına rağmen bilinmeyip, kendi ülkesinde ve diğer ülkelerde hak ettiği itibarı göremeden, beş asır boyunca nasıl “ümmetsiz bir peygamber” olarak kalmışsa[16] real politik hususunda da öyle kalmıştır. Çığır açtığı birçok alanda İslam dünyasında nasıl halefsiz kalmışsa real politik alanında da maalesef halefsiz kalmıştır. Oysaki beş asır önce ileri sürdüğü düşünceleri, bugün dahi geçerliliğini koruyan değerde düşüncelerdir.

[1] İbni Haldun, Mukaddime, C. I., II., Çev., S. Uludağ, Dergah Yay., İstanbul, 1983.

[2] Erwın I. J. Rosenthal, Ortaçağda İslam Siyaset Düşüncesi, Çev., A. Çaksu, İz Yay., İstanbul, 1996.

[3] İbni Haldun,  a. g. e., C. I., ss. 435-436.

[4] İbni Haldun,  a. g. e., C. I., ss. 450-452.

[5] İbni Haldun,  a. g. e., C. I., ss. 541-542.  

[6] İbni Haldun,  a. g. e., C. I., ss. 273-275.  

[7] H. A. R. Gibb, İslam Medeniyeti Üzerine Araştırmalar, Çev., K. Durak, vd., Endülüs Y., İstanbul, 1991, s. 190.

[8] Ziyaüddin Serdar, İslam Medeniyetinin Geleceği, Çev., D. Aydın, İnsan Yay., İstanbul, 1986, s. 201.

[9] Muhsin Mehdi, “İbni Haldun”, Çev., Y.Z. Cömert, İslam Düşüncesi Tarihi, C. 3. İnsan Yay., İstanbul, 1991, ss. 183-203.

[10] İbni Haldun,  a. g. e., C. II., ss. 1302-1305.  

[11] İbni Haldun,  a. g. e., C. I., ss. 458-461.

[12] İbni Haldun,  a. g. e., C. I., ss. 488-489.  

[13] İbni Haldun,  a. g. e., C. I., ss. 414-416.

[14] İbni Haldun,  a. g. e. C. I., s. 721.

[15] İbni Haldun,  a. g. e.. C. I., ss. 503-505.

[16] Charles Issawi, An Arab Philosophy of History, The Darwin Press Inc, Princeton, 1987.